29 Haziran 2012 Cuma

Modern Türkiye'nin "Gerçek Kurucusu" Ata'mız Diyor ki...(!)





Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet dönemi boyunca, kendi fikir hayatını gelecek nesillere yansıtabilen yüzlerce bilgece söz kullanmıştır; gönül isterdi ki hayatımızın her alanında yol gösterici olarak beynimize kazıyabileceğimiz bu sözlerin tamamını blogda paylaşabileyim. Ben daha çok, Yüce Atatürk'ün en çok duyduğumuz özlü sözlerini paylaşmaya çalıştım. Ta o zamanlar, bugünlerde yaşanacakları, o günün gazetesinde okumuş gibi görebilen, bunlar için tedbir niteliği taşıyan onca sözü yerli yerinde söyleyebilen ulu önderimizin aziz hatırasına elimden geldiğince hizmet etmeye devam edeceğim. Herbirinde kendimizde birşeyler bulmamız işten bile olmayacak... Hatta daha sonraki çalışmalarımda Ata'mızın, hiçbirimizin dahi bugüne kadar bilmediği şaşırtıcı yönlerini paylaşacağım...  

İşte O'nun "Dahiyane" olarak irdeleyebileceğimiz yüzlerce fikrinden bir kaçı :



- Bir milletin ahlak değeri, o milletin yükselmesini sağlar. Bir millet, zenginliğiyle değil, ahlak değeriyle ölçülür.
- Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir.




- Ulusal egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur.
- Bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmaktan kurtulamaz.
- Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir.
- Cumhuriyet, düşüncesi hür, anlayışı hür, vicdanı hür nesiller ister.
- Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu devam ettirecek sizlersiniz.
- Cumhuriyet fazilettir.
- Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.






- Türk milletindenim diyen insanlar her şeyden önce ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir.
- Eğitimdir ki, bir milleti ya özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder.
- Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla olur.
- Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen Türk istiklal ve cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.






- Büyük başarılar, kıymetli anaların yetiştirdikleri seçkin evlatlar sayesinde olmuştur.
- Bir millet savaş alanlarında ne kadar zafer elde ederse etsin, o zaferin sürekli sonuçlar vermesi ancak kültür ordusu ile mümkündür.
- Medeni olmayan milletler, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkumdur.
- Bu millet, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Türk milletinin geleceği, bugünkü evlatlarının doğru görüşü, yorulmak bilmez çalışkanlığı ile büyük ve parlak olacaktır.






- Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir.
- Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.
- Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz... Hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat sanatkar olamazsınız.
 - Ben sporcunun zeki, çevik ve ahlaklı olanını severim.
 - Bu memleket tarihte Türk'tü, bugün de Türk'tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.




28 Haziran 2012 Perşembe

Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi


Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.



Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!


Mustafa Kemal Atatürk
20 Ekim 1927





26 Haziran 2012 Salı

Lezzet Durakları Serisi (1) - "İstanbuldere"

Amatör ruhlu bir gurme olarak, çeşitli lezzet duraklarında durup da bugüne kadar tatmadığım damak tatlarını denemek bana son zamanlarda büyük keyif vermeye başladı. Kaldı ki herkes kendi çapında bir gurmedir, yemek yemenin hazzı herkese göre farklılık arzetse de doymak kadar doyarken keyif almak da çok önemlidir aslında...

Uzun zamandır, Sapanca'da komşularımızın tavsiyeleri yönünde gitmeyi düşünüp de bir türlü gidemediğimiz bir mekandan bahsetmeden geçemeyeceğim. İstanbuldere denilen bu yer, Sapanca'nın güneyinde, yaklaşık 6-7 km'lik bir mesafede ufak bir köy. Sapanca ve Maşukiye'nin birçok lezzet noktasında olduğu gibi burada da alabalık yetiştiriciliği yaygınlaşmış durumda. Balıkseverler, "denizden babam çıksa tanımam, dalarım, yerim" diyenler için tavsiye edilebilecek mekanlardan biri olduğuna ben bugün karar vermiş bulunuyorum, hem de ağzına ayda yılda bir balık koyan biri olarak...





Mekana adımınızı ilk attığınızda sizi alabalık havuzları karşılıyor, burada irili ufaklı boyutlardaki alabalıklarını besleyebiliyorsunuz, eğer yanınızda ekmek vs varsa tabi ki :) Burası tamamen yeşil tepeler arasında cennetin ufak bir parçasını andırıyor. Doğayı seviyorsanız, kuş cıvıltılarını duyduğunuzda "upsss işte huzur" diyebilirsiniz. Mekan sizlere, giriş saatinize göre kahvaltıdan tutun da akşam yemeğine kadar öğün seçenekleri sunuyor. Kahvaltı, brunch, öğle yemeği ve akşam yemeği seçenekleri oldukça tatmin edici ve ortalama fiyatlar uygulanmakta. Mekandan daha da içerilere devam edip gölgelenmek ve doğanın tadını çıkarmak isteyenler kesinlikle tam yerine geldiklerini bilsinler, çünkü tesisin çevresi ufak çaplı derelerle çevrilmiş vaziyette, bu da şu şıkırtısından geçilmeyeceğinin bir işareti zaten. Kaldı ki, bu ufak dereler, alabalık havuzlarına bağlı ancak bir tanesi var ki, görenleri şaşırtmakla kalmıyor, fotoğraf çekmek ve çektirmek isteyenler için ilginç bir arka plan oluşturuyor.
Bu yetişkin alabalıklar ortalama bir kalkan balığından çok daha büyükler... Görsel ve damak tadı anlamında sizlere bir şölen sunma hazırlığındalar... Tabi bizler de fotoğraf çekmeden yanlarından ayrılamıyoruz haliyle.

Tesiste sadece yemek yenmesi zorunlu tutulmamış, bu güzel... Çay-kahve içmek için de mekanı tercih edebiliyorsunuz... Biz de, evde yaptığımız kahvaltının üzerine güzel bir Cumartesi kahvesi içebilmek ve tabi ki 30 derece sıcakta gölgelenmek adına uygun bir çökme noktası buluveriyoruz. Tesis çalışanları, kesinlikle heryerde olduğu kadar cana yakın ve ilgili... Hatta espritüeller... :) Bizi gayet güleryüzlü bir biçimde karşılıyorlar, hatta babamın "ne yemek yemeğe, ne kahvaltı etmeye geldim, ben buraya sadece çay-kahve içmeye geldim" çıkışı bizden sorumlu garsonda en ufak bir bozulma yaratmıyor. Hemen orta şekerli kahvelerimizi getirmek için yanımızdan uzaklaşıyor. Ben de mekanı inceleme adına etrafa göz atmaya başlıyorum.
Mekanda duyduğunuz tek ses, akan suyun sesi ve kuş cıvıltıları; tabi ki çatal bıçak seslerini de unutmamak gerekiyor. Ziyaretçiler burada karınlarını doyurmanın yanısıra keyifli sohbetlerini icra etmekten de geri durmuyorlar. Biz de öyle :) Derken kahvelerimiz geliyor, evde yaptığım kadar olmasa da, köpüklü ve lezzetli...
Bir Cumartesi yada Pazar gününün güzel ve huzurlu geçirilmesi için birçok koşul burada sağlanmış durumda. Biz de bundan fazlasıyla faydalanıyoruz. Farkında olmadan öğlen oluyor ve karnımız elbette acıkmaya başlıyor. Seçenekler basit : Izgara köfte, Kuzu Şiş, Kiremitte Soslu Alabalık vs... Ailecek tercihimizi alabalıktan yana kullanıyoruz. Yemeklerimiz masayı donatana kadar on dakikalığına kendimi masamızın yanıbaşında bulunan hamağa atıyor ve kestiriyorum. 

Yaklaşık 15 dakikalık bir beklemeden sonra, alabalıklarımız geliyor, garson tek tek kiremitlerimizde bulunan alabalıkları ayıklayıp bizlere servis ediyor. Alabalığın sosu ise soğan, domates, biber ve mantardan yapılmış, gerçekten damakta leziz bir tat bırakıyor. Çoban salata, yöresel ve doğal zeytinyağı ile gerçekten özenerek hazırlanmış. Karnınızı, gelen taze vakfıkebir ekmeğini sadece bu salataya banarak doyurmanız işten bile değil. Temiz hava da buna davetiye çıkartıyor.
Yemekten hemen sonra yediklerimizi hazmetmek adına birer çay alıyoruz ve tesis içinde tur atmaya karar veriyoruz. Her yer yeşillik, her yer birer doğa parçası... Yaklaşık olarak 3 saatimizi geçirdiğimiz bu güzel mekandan, yeniden gelebilmeyi umarak ayrılıyoruz. İstanbuldereköy adıyla bilinen bu yer, bu tip tesislerin yaygın bulunduğu bir köy zaten. Hepsi birbirinden güzel ve birbirinden lezzetli seçenekleri sunuyor sizlere haliyle...


İstanbul merkezden yola çıkanlar için : TEM otobanından ortalama 1 saat 15 dakika içinde Sapanca-Arifiye çıkışına varmış olacaksınız; sapaktan girip gişeleri de geçtiğinizde sağdaki ana cadde sizi Sapanca merkeze götürecektir. Meydan ışıklarından sola sapmanız halinde merkeze varırsınız ancak bahsettiğim mekana gidebilmek için bu ışıkları geçer geçmez sağdaki ilk sokaktan (ki tabela ile İstabuldere istikameti belirtiliyor) girmeli ve aracınızla yaklaşık 5-6 km tepeye tırmanmalısınız.



İyi dinlenmeler, iyi haftasonları :)

25 Haziran 2012 Pazartesi

Böyle Talihsizlik Olmasss !!!

Nazara inanırım, sonuna kadar hem de...


Hepimizin hayatında mutlaka ters giden, işi talihsizliğe kadar vuran olaylar zinciri vuku buluyordur; hatta öyle ki bu olaylar ardı ardına geldiğinde sizi çileden çıkarmaya bile başlayabilir. Son zamanlarda ben de üzerimde bazı talihsizlikler dolaştığına inanmaya başladım. Çoğunlukla bu tip mevzular uzun zaman aralıklarıyla başıma geldiğinde çok dikkat çekici olmayabiliyor benim için, bazen üzerine düşünüp güldüğüm dahi oluyor ama eğer ki arka arkaya gelmeye başlıyorsa insan kendi kendine, "üstümde nazar var, gidip bi kurşun döktürsem mi" modunu da yakalamıyor değil hani... Blog'un adı da "güncelite" olunca, haliyle ben de başımdan son günlerde geçen güncel talihsizliklere değinmeyi doğru buldum.


Geçtiğimiz haftasonu Sapanca'daydım, kendimi ailemin yanına atıvermiştim. Sıklıkla gidip gelenler varsa bilirler, kendiniz araba kullanıyorsanız 1 saatte Sapanca'yı bulursunuz, otobüsle gidiyorsanız bu 1,5 saat, trenle 2,5 saati zorlar. Ben de elbette zamandan tasarrufu göz önüne alarak, biraz da araba kullanmayı keyiften sayarak kendi arabamla gittim Sapanca'ya...


Haftasonunu ailemle geçirdikten sonra, Pazar günü dönüş trafiğine çok da kalmamak adına yola erken çıkmaya karar verdim. Halihazırda ortalama 110-120 km hızla Hereke TEM mevkiinde sol şeritte seyrederken birden önümde bir toz bulutu ve bu bulutun içersinden etrafa yayılan araç parçaları gördüm. Herşey benim tahminim birkaç saniye içinde gerçekleşivermişti. Kazanın ne zaman geleceği bilinmez derler, gerçekten de o esnada istemdışı olarak bir yandan dörtlüleri yakarken diğer yandan dibine kadar frene asılmıştım. Gözüm sağ yan aynada, orta şeriti kontrol ediyordum ki duramazsam son bir hamle ile kendimi o şerite atabilmeliydim. Önümde bir kaza olduğu aşikardı ve ben son anda bu kazaya 4-5 mt kala durabilmiştim. Tam bu esnada her nedense gözüm dikiz aynasına da takıldı; beyaz bir aracın hızla bana geldiğini gördüm. O an gözümün önüne tek gelen sahne, zincirleme bir kazanın tam ortasında aracın içine sıkıştığımdı. Dedim ya herşey sadece birkaç saniye içinde oluverdi, o beyaz arabanın yanımdan, orta şeritten geçip gittiğini hatırlıyorum sadece... Sonradan kendimi bu kazanın ortasından sıyırarak orta şeride atabildiğimde gördüm ki 3 araba arka arkaya birbirine girmiş; son anda duramasaymışım okeye dördüncü oluyormuşum...


Bu olaydan daha 24 saat geçmemişti, işyerindeyken birden bilmediğim bir numara tarafından arandım. Karşımdaki şahıs Küçükyalı Polis Karakolundan bir memur olduğunu söyledi, adıma kayıtlı silah olup olmadığını sorup ikametimin neresi olduğunu öğrenmek istediğini iletti. Ben de her zamanki gibi kontör hırsızlığı olabileceğini düşündüm ama içime de bir şüphe düştü. Dayanamadım, karakolu aradım, böyle bir numaradan arandığımı ve bu tip bir sorgulama olup olmadığını merak ettiğimi söyledim. Telefonun diğer ucundaki memur bana gerçekten de böyle bir sorgulamanın yapıldığını, hem de "Hakan Ünlü" adına yapıldığını aktardı... Bir akşam önce Küçükyalı'da ufak çaplı bir silahlı çatışmada adım zanlı olarak geçmiş, bu unvanlı şahıs da kaçınca tek tek o bölgede ikamet edenlerin sorgusunu ve araştırmasını yapıyorlarmış. Zaten bir de haydut olmam eksikti. O da oldu, tam oldu.


Talihsizlikler serisi bitti diye düşünürken, geçtiğimiz Pazar gecesi saat 01:30 sularında su içmeye kalktığımda ayağım kayıp bileğimin üzerine düştüm, sağ el bileğim ve omzumu zedeledim. Sanıyorum su içerken birkaç damla yere damlamıştı, çıplak ayak taş zeminde birden kayınca, el bileğimin üzerine düştüğüm gibi başımı da mutfak kapısının pervazına vurdum (!) Neyse ki bir gün sonra çektirdiğim röntgen filminde birşey çıkmadı da, güncelite yaşantıma devam edebiliyorum bu sayede...


Kısacası, dediğim gibi, hayatta hepimizin başına mutlaka arka arkaya da olsa, belli zaman aralıklarıyla da olsa ufak talihsizlikler ve kazalar gelebiliyor. Allah daha kötüsünden, daha beterinden saklasın diyebilmeli bu durumda...


Ama sanırım nazar var, nazar... Ve bu nazar sonunda beni ummadığım bir noktadan vuracak...

24 Haziran 2012 Pazar

Alışveriş Canavarları, Mumya Müzesini Birbirine Kattı !! (Live In America - Part 5)

Blog'umun bir önceki bölümünde beni ağacın arkasında sinsi sinsi seyreden rakundan bahsetmiştim en son...


... Kuzenim Tarkan ve eşi Derya sağolsunlar, beni San Antonio'da dolaştırabilmek için akla karayı seçtiler. İçime de zor siniyordu çünkü beni dolaştırmaları uğruna işlerinden de kalmalarını istemiyordum. Houston'da iken Teyzem, San Antonio outletlerinin oldukça ucuz olduğundan ve aradığım herşeyi orada bulabileceğimden söz etmişti. Tarkan da üşenmedi aldı beni doğru San Antonio Town Center'da bulunan ve hemen hemen birçok markanın outletinin yeraldığı alışveriş cennetine götürdü. Bir an kendimi ucuzluk pazarında gibi hissettim. Öyle ki, kendi ülkemde 120-130 TL civarında alabildiğimiz ayakkabıları 15-20 $'a bulunca çifter çifter çantamı doldurmaya karar vermiştim. Sanıyorum dönerken 7-8 çift ayakkabı getirdiğimi hatırlıyorum.


Tarkan, San Antonio'nun daha farklı noktalarında daha eğlenceli yerlerin olduğundan da bahsetmişti. Özellikle beni mum müzesine götürmeyi çok istiyordu. Daha önce emsallerini televizyon ve gazetelerden gördüğüm müzede karşılaşacaklarımı bilmeden Tarkan'ın peşine takılmaya devam ettim.


Kuzen beni önce, San Antonio Town Center'ı tamamen kaplayan Riverwalk'a götürdü. Burası bana, daha önce Eskişehir'de gezdiğim Porsuk Çayını hatırlatmıştı. Riverwalk boyunca oteller ve cafe'ler yerleşmiş durumda.  Ayrıca nehirde ufak ırmak tekneleri de turistlerin hizmetinde. Tabi 35-40 derece sıcakta uzayıp giden bu nehrin tamamını dolaşmak elbette ki mümkün değil...






Derken mum müzesinden önce San Antonio'nun en meşhur tarihi mekanını da gezdirmeden geçmek istemedi Tarkan... Meşhur Alamo Kalesi... Kale, Amerikalılar, daha doğrusu Teksaslılar için Meksika'dan ayrılmanın simgesi, dolayısıyla bizim için Topkapı Sarayı neyse onlar için de Alamo o demek... Ama elbette ki karşılaştırmamak gerek, bakıldığında Alamo Kalesinin kapladığı alan Topkapı Sarayı'nın 4'te biri kadar bir yer...




Alamo Kalesini de gezdikten sonra, sıra asıl beklediğim fırsata gelmişti. Madame Tussauds müzesi benzeri bu yer, ünlülerin, film kahramanlarının ve süper kahramanların mumyalarının sergilendiği bir müze. Ben de elimden geldiğince sevdiğim, hayranı olduğum ünlülerin mumyalarının fotolarını almaya çalıştım elbette...










Gezi benim için epey eğlenceli, eğlenceli olduğu kadar da şaşırtıcı olmuştu, çünkü bu müzede sadece ünlülere ait mumyalar değil, farklı segmentlerde yapıtlar da söz konusuydu; aşağıdaki gibi :)










Gezilerimizin bittiğini düşünürken ben, Tarkan bana çok daha mutlu olacağım bir müjde vermeyi planlıyordu. Basketbol formatında bir adam olmamdan ötürü, hazır da Amerika'ya gelmişken bir NBA maçı seyretmeden ülkeme dönmek olmazdı. San Antonio'da kaldığım son gece Tarkan ile AT&T Arena'da San Antonio Spurs - Houston Rockets (hazırlık) maçını seyretmeye gittik. Benim için bir ilk belki de hayatımda bir daha yakalamayacağım bu fırsatın tadını çıkarmaya kuruldum ben de :)







İşte Amerika seferimin sonunu bir NBA maçıyla getirdim, << ölsem de gam yemem >> tadında... :D

21 Haziran 2012 Perşembe

Live In America - Houston - San Antonıo Hattı (Part-4)

<<<  Blog'umun bir önceki bölümünde, Houston Town Center'da başıma gelenlerden bahsetmiştim... 4. Bölüm ile yine karşınızdayım. >>>

… Eylül Ekim zamanı olmasına rağmen hava sıcaklığının alışkın olduğumdan daha yüksek olması, gezi faaliyetlerimi kısmen sekteye uğratıyordu. Bir de tabi bilmediğin bir ülkede olunca, “haydin kalkın gidek  jerzy düdek” diyerek kalkıp bir yerlere de kolayca gidemeyebiliyorsun. Hal böyle olunca beni gezdirme işi kuzenlere kalmıştı. Gündüz sıcağında dışarıda dolaşılabilecek belli başlı yerler vardı ve kesinlikle bunlardan en önemlisi NASA idi. Küçüklüğümden beri uzay ve uzay teşrifatına karşı oldukça yakın alakam olmuştur; yine filmlerden gördüğüm mekikleri, uzay gemilerini, hatta UFO’ları görebilmeyi umduğumdan Tarkan’ın  (küçük kuzenim) beni NASA’ya götürmesi eşsiz bir fırsat olacaktı.


O güne kadarki düşüncem NASA'nın 5-10 binayı ve araziyi kapsayan bir tesis olduğu yönündeydi; ancak ilk girdiğimiz binadan itibaren tüm tesisi dolaşmamız bir günümüzü aldı. Burası büyük bir tesisten ziyade, uzay araştırmaları için ayrılmış koca bir şehir gibiydi; kaldı ki tesis binaları arasında otobüs seferleri gerçekleştirilmekteydi… (gayet ciddiyim) yalnız, bazı beklentilerimin karşılanmadığını söylemeden geçemeyeceğim, en azından ben UFO’lara yönelik mevzulara nail olmayı beklerken tek bir uzay aracı veya uzaylıya dair en ufak bir emareye rastlayamadım. Genel görüntü, mekik kalkış rampalarının gezilmesi, geçmişten günümüze astronot kıyafetlerinin gelişimi, oksijensiz ortam testleri, Ay araştırmaları, uzaya çıkıp geri dönen araçların uzayda maruz kaldığı etkilerin araştırılması vs. şeklindeydi. Ancak Houston’a gelip de NASA’ya gitmedim olmadı yani :)



Houston’da kaldığım zaman zarfında beni şaşırtan bir diğer durum, rahmetli eniştemin mezarını ziyaret ettiğimizde karşılaştığım manzaraydı. Mezarlıkları son derece düzenli ve temiz olan bu ülke, sadece bu düzenlerinden ötürü değil her milletten, her ırktan, her dinden insanın yan yana yatmasına olanak sağlayan yaklaşımlarından ötürü de bende ayrı bir hayranlık uyandırmıştır. Bir Hintli, bir Müslümanla, hıristiyanla yan yana yatabilmekte burada…

Houston’daki bu kısmi izlenimlerimi bir kenara bırakarak biraz da, Tarkan’ın evlendikten sonra hayatını sürdürdüğü San Antonio şehrine gidelim…

Amerika’daki son haftama girmeden Tarkan beni birkaç gün evinde ağırlamak istemişti. 3 saat süren bir araba yolculuğunun ardından yine güzel anılarla ayrılacağım San Antonio şehrine gelmiştik. Güzel anılar diyorum, çünkü daha şehre girişten şehirden çıkışıma kadar farklı ve hayatımda görmediğim şeylerle karşılaşacağımı pek düşünmüyordum. Tarkan otobanda seyir halindeyken eşi Derya’nın çalıştığı yeri, yemek yedikleri yerlerden bahsediyordu, o esnada yan arabada Derya’nın bulunduğunu fark ettik birden. Günlerden pazardı ancak Derya işyerine uğrayıp bazı dökümantasyonları alması gerektiği için işyerine geçiyordu, bana da “gelip görmek ister misin” diye sorunca değişiklik olsun maksadıyla diğer araca geçtim. Çalıştığı yere gittik, otoparkta beklerken etrafın korku filmlerini andıran bir ıssızlık içinde olduğunu hissettim. Hava almak için araçtan dışarı çıktım, yeterince sıcaktı hava ve arabada beklemek akıl karı değildi. Derya işini halledene kadar etrafa, araçtan da çok uzaklaşmadan, bir göz atmak istemiştim. Hemen 10-15 metre ötemdeki ağacın arkasında bir şeyin beni gözetlediğini gördüğümü hatırlıyorum. Pek seçemesem de kediye benzetir gibi oldum. Birden ayağa kalkınca bunun bir rakun olduğu farkettim :) o şaşkınlıkla, hayatımda ilk kez gördüğüm bu hayvanı daha yakından görmek için ağaca yöneldiğimde birden arkamda bir hareketlenme oldu. Orta boy bir geyik arkamdan geçiyordu. (Yuhhh !!) Aynı dakika içinde iki farklı hayvan tarafından kuşatılmıştım ama bu korkudan çok heyecan bende yaratmıştı. Tam bu esnada Derya’nın arabanın yanında bana gülümsediğini gördüm.

Eve dönüş yolunda bana, bu şehrin birçok yerinin doğal bir park olduğundan bahsetti. Burada kedi yerine rakunlar, köpekler yerine geyikler, ayılar yollarda dolaşırmış. Gayet ilginç ve eğlenceli gelmişti o zaman bana bu durum :)

Gelecek Bölümde : Alışveriş Canavarları, Mum Müzesini Birbirine Kattı !! 

20 Haziran 2012 Çarşamba

You Have To Drink Carefully In The US Borders...

Blog'un Bir Önceki Bölümünde .... : Houston'a inene kadar Las Vegas'ta yaşadığım maceralardan bahsetmiştim :) 

... Teyzemin ilk işi, kalan 12 günü geçireceğim odama yerleşmeme yardım etmek oldu. Hep filmlerden örnekler veriyorum ama bakıldığında önünde bir veya iki arabalık park ve yeşil alanı olan bir evdi teyzemin evi ve yanında uzanan evlerin tamamı aynı mimariye sahipti. Teyzeme komşularını sorduğumda sırasıyla Meksikalı, Kübalı ve bilumum Güney Amerikalı tayfasının kendisine komşuluk ettiğinden bahsetti. Bunlar bana epey ilginç geliyordu, gerçekten de bu ülkede her milletten her dinden ve ırktan insan yan yana yaşayabiliyor. Kavgasız, gürültüsüz.
Teyzem kendisini ziyarete gelirken her hava koşuluna uygun kıyafeti yanımda bulundurmam gerektiğini tembihlemişti ve eklemişti:
-      Houston’ın havası İstanbul’un havasına benzer…
Gerçekten de o El Nino vari hareketler gitmiş, yerini yaklaşık yarım saat içersinde güneşli ve ortalama 38-39 derecelik sıcaklıkta bir hava almıştı. Bu da zaten teyzemin bana etrafı tanıtma konusunda beklediği fırsattı. İlk durağımız Ermeni kökenli Amerikalı bir çiftin işletmekte olduğu süpermarketti.

Burası tipik doğu kültürünü yansıtan bir marketti. Teyzem lahmacun isteyip istemediğimi sorunca da şaşırmıştım açıkçası. Çünkü ben hamburger, pizza ve benzeri gıdalarla beslenmeyi beklerken kendi kültürümden yemeklerle karşılaşmayı çok düşünmemiştim. Kaldı ki zaten beklediğim gibi de değillerdi. Türk kültürünü yansıtan yemeklerin tamamı dondurulmuş ve folyolanmış vaziyette satılmaktaydı burada. O bizim alışık olduğumuz ve tadına doyamamamıza neden olan kömür ateşinde pişirildiği şekliyle anında yediğimiz gibi değildi tabi ki.
Teyzemin planıysa bana farklı damak tatlarını tattırmaktı. Bunun için kuzenler de hazırdı açıkçası. Akşam saatlerinde kuzenlerim eve geldiler; bir İran restoranında yer ayırttıklarını, burada bana İranlılara has kebaplardan yedireceklerini söylediler. Açıkçası, kebap denince hepimizin, siz okurların bile iştahları kabarmıştır. Benim de aynen öyle oldu zaten. Hemen üzerimi değiştirdim, kendimi koşar adımlarla evden dışarı attım. Yaklaşık 15 dakika sonra restorana girdik. Ben daha otantik bir mekan bekliyordum, modern ama o doğu otantizmini yaşatan bir ambiyans söz konusuydu. Doğrusu kebapları da oldukça lezzetliydi. Ama ben nerden bilebilirdim ki bu yediklerimin saatler sonra midemden bir hamlede çıkacağını J
Kuzenlerim biraz fırlamadır benim, tutturdular “seni Amerikan Pub’larına sokacağız, beraber bir şeyler içeceğiz” diye. Bana da uyardı bu, sonuçta İstanbul’da gece dışarı arabamla çıkarım. Dolayısıyla alkol alma şansım olmaz ama bu, bulunmaz da bir fırsattı, dilediğim gibi içebilecek, kafayı araya araya bulabilecektim. Benim kafayı bulma sürecim belli, herkes de bilir gerçi, üç şişe bira veya 3 duble rakı beni güzel hale getirir, zaten güzel adamımdır kimi zaman ama bu iki ölçü birbirine üç aşağı beş yukarı denktir bünyemde. Benim de o gece planım, duble rakı bulamayacağım için o seviyeye gelene kadar birayı mideye indirmekti.
Town Center dedikleri şehir merkezinde sırasıyla üç bara girdik. İlki, tam Texas’lılara has klasik bir Amerikan Barıydı. Kadınlar ve erkekler içeride kolkola dans etmekte ve geleneksel danslarını icra etmekteydiler. Yanımıza kuzenlerin üniversite ve iş arkadaşları da katıldı. Kalabalık bir ekip halinde o barda bir iki saat eğlendiğimizi hatırlıyorum.

Ama asıl konu, gittiğimiz diğer barda gerçekleşecekti. Bu bar, daha çok bir disko görünümünde gece kulübüydü. Güzel kızların, bunlar olunca doğal olarak yakışıklı erkeklerin rağbet ettiği Houston’ın en matah barlarından biriymiş kuzenin söylediğine göre. Daha önce uğradığımız barda zaten iki şişe bira içtiğimden kotam ufak ufak dolmak üzereydi ve ben bu diskonun ortasında sadece kafayı bulmam için tek bira hakkım kaldığının farkındaydım. Ama kuzenlerin planı çok daha başkaydı. Ben tek bir bira alıp bir köşeye çekilerek insanları seyretmeye koyulmuşken kuzen bir arkadaşını benim yanıma yollamış. Bunu da daha sonradan kendisi söyledi. Kız elinde Tekila Shot bardağıyla yanıma sokulunca önce bir hoşuma gitti, “demek ki” dedim “hala bir albenim var, burada da güzel bir kız beni buldu”. Bir yandan da şüpheci tarafım beni dürtüyordu, kafam bulanık olmasına rağmen. “acaba bu içkide ilaç var mıdır, tanımadığım bir ülke, tanımadığım bir kız, elinde içkiyle muhabbete geliyor, amacı ne yavrum bunun?”. Sonra gözüm barda arkadaşlarıyla takılan büyük kuzene takıldı. Bana kaşıyla “keyfine bak” işareti yapınca durumun farkında olduklarını anlar gibi oldum. Kız bardağı bana uzatıp tek dikişte içeceğimi anlattı, hayatımda Tekila içmemiştim ve nasıl içilmesi gerektiğini de bilmiyordum işin gerçeği. Kızın rehberliğinde bir dikişte içkiyi mideme indirdim. Ama o indirme daha saniyesinde etkisini göstermeye başladı. Midem alev alev yanıyor ve bulanıyordu. Kız bana bir şeyler anlatıyordu ama ne onun anlattıklarını anlayacak ne de cevap verecek durumdaydım. Bir ara kızın midemin bulanıp bulanmadığını sorduğunu hatırlıyorum, başımla onaylayıcı bir hareket yaptım. Bulantı devam ederken bir de baş dönmesi başlayınca gecenin bana zehir olacağı artık gün gibi ortaya çıkmıştı. Kız koluma girerek beni bir kanepeye oturttu, onu hatırlıyorum; güldüğünü hissediyor ve görüyordum ama öyle dönüyordu ki başım, cevap veremediğim gibi durumumu anlatacak İngilizce cümleleri dahi kuramıyordum.
Çare belliydi, temiz havaya çıkılmalı, midede ne varsa boşaltılmalıydı. Ama bunu yapacak durumda da değildim. Yanımdaki bu sarışın kızdan yardım istedim beni dışarı çıkarması için. O anda gözümün önünde bir flaş patladı. Ne patlaması olduğundan kısa süre sonra bahsedeceğim ama hala midem bulanıyor. Neyse, kız koluma girdi, birlikte diskonun otoparkına çıktık. Herkes dışarıdaydı. Kimisi arabasının içinde içiyor kimisi kız arkadaşıyla öpüşüyor, bir yandan da polis devriyesi dolaşıyordu. O da beni tedirgin etmişti elbette. Bilmediğim bu yerde başımın bir de polisle derde girmesini istemiyordum J Birden midemdeki her şeyin ağzıma kadar geldiği hissettim ve o anda yüzümü hemen yanı başımızdaki ağacın dibine çevirdim ve oracıkta midemde ne varsa boşalttım. Sırtımı döndüğümde kız gitmiş yerine kuzenlerim gelmişti. Gülüyorlardı, durum bana iğrenç geldiği kadar komikti de. Ama gecenin en azından benim için sona erdiği açıktı. Beni eve bırakmalarını ve geceye bensiz devam etmelerini istediğimi söyledim. Beni kırmadılar ve kendileri de bu eğlenceli, eğlenceli olduğu kadar mide bulandırıcı geceyi kendileri için de sonlandırdılar. Arabayla eve geçişimizi, yatağa nasıl girdiğimi hatırlamıyorum. Sabah kalktığımdaysa salonda kahvaltı masasında kuzen, teyzeme gecenin tek hatırasını gösteriyordu.
O sarışın kızın beni dışarı çıkartırken gözümün önünde patlayan ışık, kuzenin fotoğraf makinesinin flaşıydı. Dikkatli baktığımda, bana son derece güzel görünen sarışın kızın, aslında benden yaşça büyük ve makyaj güzeli bir hatun olduğunu görünce şaşkınlığım bir kat daha artmıştı.  

   

19 Haziran 2012 Salı

Live In America - Las Vegas (Part:2)

Blog'un Bir Önceki Bölümünde .... : Uçaktan iner inmez kuzenin beni karşıladığından ve Las Vegas'a gidecek uçağa yetişmek için arabayla havaalanından ayrıldığımızdan bahsetmiştim.

... Teyzem de arabadaydı, sohbet muhabbet derken o filmlerde gördüğümüz geniş kavşaklı, bol şeritli yoldan Houston’ın batısında bir başka havaalanına gitmek üzere yola koyulduk. Burada araya girip Amerika maceramda beni cesaretlendiren Erkan ile ilgili ufak bir anektottan bahsetmek istiyorum. O dönem pasaporttu, vizeydi bunların peşinden koşarken Erkan sağ olsun o zeka fışkıran hikayelerine bir yenisini eklemeyi uygun bulmuştu. “Sen şimdi” demişti, “Amerika’da orada burada dolaşırken bir bakacaksın bir polis çevirecek yolunu, şapkalı, eli belinde, silahını çekmeye hazır vaziyette seni sorgulayacak, ne komik olur ??” o gün epey gülmüştük, çünkü çizdiği tablo o gün için fantezi bir sahneydi. Amerikan aksanıyla “lanet olsun!! Bayım elinizi başınızın üstüne koyun ve kıpırdamayın” şeklindeki bir sahne o an için eğlenceli görünmüştü. Neyse işte, hikayeme döneyim, yanımızdan arada geçen polis arabalarını görünce Erkan’ın yapmış olduğu bu espriler gözümün önüne geliyordu dememe kalmadan kuzen, arkamızdan gelen bir polis aracının durmamızı işaret ettiğini söyleyince “hah” dedim “şimdi Erkan’ın ahı tuttu”... Kuzen telaşla aracı emniyet şeridine yanaştırdı. Gözüm arka camdaydı, memur aracımıza yaklaşırken gerçekten de bir eliyle kovboy şapkasını çıkartırken diğer elini silahının kabzasına koyuyordu. Eli belinde silahını çekmeye hazır durumda değildi ama gözlüğü ve şapkasıyla işte o sahne canlanıyordu. Sonunda memur araca ulaşmış camdan o Amerikan aksanıyla ehliyet ve araç ruhsatını talep etmişti. Sonra bir ara arka koltuğa, bana bakmaya ve beni süzmeye başladı. Benimle alakalı sorduğunu o an şıp diye anladığım soruları kuzene soruyordu, sorulanları ve verilen cevapları anlıyordum ama heyecandan yorum yapacak, bir şey diyecek durumda değildim. Bu esnada memur neden bu kadar hızlı gittiğimizi sorunca kuzen, benim Türkiye’den geldiğimi ve beni Las Vegas’a gidecek olan uçağa yetiştirmek için hız yapmak zorunda kaldığından bahsetti. Sanıyorum ki bir defaya mahsus olarak polis müsamaha göstermişti mazeretimize. Elini silahına götürmese de “Lanet olsun bayım ellerinizi başınızın üstüne koyun” demese de Erkan ile güldüğümüz o fantezi sahnesi canlanmıştı.

Polisin gitmemize izin vermesinin ardından tekrar yola koyulduk; 1 saatlik araba yolculuğunun ardından diğer  havaalanına ulaştık ve kendimizi uçağa attık. Houston-Las Vegas arası 3 saatlik bir yolculukmuş, kuzen bahsetmişti. Ben de Houston’a gelene kadar yaşadığım Hintli şanssızlığından dolayı oluşan uykusuzluğumu bu sürede gidermek için gözlerimi kapamayı ve derin bir uyku çekmeyi tercih ettim.
Gözümü açtığımda hava halen aydınlıktı. Ülkemden hareket ettiğimde aydınlık olan hava, Frankfurt’a ulaştığımda aynıydı; hatta bir ara okyanus üzerinde uçuş esnasında yarım saat içersinde geceye dönüp yeniden gündüze döndüğüne şahit olmuştum ama saat 4’te Houston’a indiğimde 3 saat sonra havanın kararmasını beklerken Las Vegas’a vardığım saatlerde hala gündüz 42 derece sıcağı devam ediyordu. Hesaba katmadığım şeyse şuydu: Ben, Türkiye’den beri saat olarak sürekli geriye gidiyordum. Frankfurt’ta 1 saat geriye gitmiştim. Houston’a indiğimde de 6 saat daha. 3 saat daha geriye gittiğimi hesaba bile katmıyordum. Böylece bir günü tam olarak 34 saat yaşama deneyimini hayata geçirmiş oldum. Bunun bana sonraki etkilerini o an için bilmiyordum ama 34 saatlik gün tecrübesinin beni, kumarın merkezi olan bu şehirde hayatımda yapmadığım ve yapmayacağım bir şeyi (12 saat uyumak gibi) gerçekleştirecek şekle sokacağını sonradan fark edecektim.
Seyrettiğim yabancı filmlerde gördüğüm ve dünyada birçok insanın özellikle görmek istediği yerler arasında sayılan bu şehre ilk indiğimde dikkatimi çeken, çöl rüzgarı oldu. 42 derecelik sıcaklık, insanın yüzünü bir fön makinesi edasıyla çarpıyor ve hamam suare hissi veriyordu. Derken, önümüzde bir limuzin durdu.


Teyzem bu aracın bizi otele götüreceğini söylediğinde biraz heyecanlandım, kaldı ki bugüne dek hiç limuzine binmemiştim. Teyzem, arkadaşı Gülşen Teyzem ve eşi, ben ve kuzen Kağan araca bindik. Yaklaşık yarım saat sonra kalacağımız otelin önünde durduk. Hepimiz birer ikişer araçtan çıktıktan sonra otele giriş yaptık. Burada küçük kuzen ve eşiyle bir araya geldik. Sonradan öğrendiğim üzere otel, Las Vegas’ın en ünlü, hatta Hollywood yıldızlarının dahi kalmayı tercih ettiği yegane otellerindendi. Bu oteli, diğer otellerden ayıran bir başka özelliği daha vardı. Bu da “Aslanlı Otel” şeklinde ün yapmış olmasıydı. Bunu, ilk etapta anlayamamıştım veya otel girişindeki büyük altın aslan heykelinden ötürü böyle bir unvan elde ettiğini düşünmüştüm. Ama daha ikinci gün, slot makinelerinde kendi çapımda denemeler yaparken aslan kükremesi duyduğumda neden “Aslanlı Otel” dendiğini anlamış oldum. Otelin cam fanus şeklinde dizayn edilmiş bir bölümünde iki aslan bulunmaktaydı. Zaman zaman bakıcılarının elinden yiyeceklerini yerlerken, zaman zaman da kendi aralarında oyunlar oynuyorlardı. Bu şehirde oteller sadece otellerde kalmaya gelenlerle dolmamaktadır. Oteller öyle bir mimari ile inşa edilmiştir ki, turistik amaçlı olarak da otel ziyaretçilerini de barındırmaktadırlar. İşte bizim aslanlı otelin aslanlarının da ziyaretçileri bizler kadar dışarıdan gelen turistlerdi. Aslanlar da fotoğraf çekilmekten haz alır gibi poz veriyorlar, selam verir edasıyla da kükremeyi ihmal etmiyorlardı.

Las Vegas’ta gece yoktur, vardır da gündüz gibidir. Gündüzleri dışarıda çok insana rastlayamazsınız. O sıcakta kimse dışarıda dolaşmayı düşünmez veya istemez. Ama ben buraya gezmeye gelmiştim ve kuzenlerim bana burada nam salmış tüm otelleri gezdirmeye kararlılardı. İlk durağımız, kaldığımız aslanlı otel olmalıydı ama zaten orada konakladığımız için gezme imkanımız her zaman daha fazlaydı. İşte bu nedenle Ceasar’s Palace’a doğru yola koyulduk. Aslında yolumuz üzerinde birçok otel vardı. Kimisi Mısır piramidi, kimisi Eyfel kulesi şeklinde, kimisi de koca bir uzay mekiğini andıran bir mimari ile inşa edilmişti, zaten halihazırda biz de birine girip birinden çıkıyorduk tabiyatiyle... Ama kuzenlerin amacı daha çok ilgimi çekecek otantik mekanları gezdirmekti. Bu açıdan da Ceasar’s Palace biçilmiş kaftandı doğrusu. İlk girişte güvenliğin karşılayacağını ve arama yapacağını düşünsem de dediğim gibi burada otellerin anlayışı bizdeki anlayıştan çok farklı. Nedeniyse, orada otellere giren her müşteri mutlaka bir şekilde kumar oynadığı için bir "para kapısı" niteliği taşıyor oteller için. Dolayısıyla kimse kimseye “dur, giremezsin” demiyor. Binlerce metrekarelik alana yayılmış olan bu otelde ben yine de sade olgular beklemekteydim. Karşılaşacağım şeylerse aklımı sadece başımdan almakla kalmayacak, fotoğraf albümümü süsleyecek bir anı olarak kayda geçecekti.

Bunlardan ilki, otel tavanının gökyüzü şeklinde inşa edilmiş olmasıydı. Bulutlar ve masmavi bir gök sizleri içine alıyordu. Gerçekten dışarıda mıyım yoksa otelde mi dolaşıyorum, bunun ayrımını yapamayacak duruma gelmek üzereydim. Etrafta Collesium duvarları da benim ilgimi çeken unsurlardan biriydi. Bu duvarların tepelerinde peşi sıra Sezar’a kadar ve Sezar’dan sonra gelen tüm Roma İmparatorlarının heykelleri bulunmaktaydı. Tam bunlarla meşgul olurken, büyük bir salona girdik. Duvarlar akvaryumdu ve içinde çeşit çeşit balıklar, Vatozlar vs. bulunuyordu. Bu salonun tam ortasında iki heykel daha vardı. Daha doğrusu ben heykel olduklarını düşünmüştüm. Birden büyük bir gümbürtü ile bu iki heykel hareket etmeye başladı, kendi aralarında Latince bir şeyler konuştuklarını duyuyorduk. Meraklı gözlerle izlemeye koyulduk elbette; bir yandan da bu manzaranın fotoğraflarını çekiyordum.


Heykel mi gerçek insan mı ayırt edemediğim bu nesneleri daha yakından görmek için yanlarına yanaşmamla büyük bir alev patlaması sıcaklığının yüzüme geldiğini hissetmem bir oldu. Korkmuştum ama heyecanlanmıştım da. Ancak itiraf etmeliyim, format süperdi. Bu salondan başka geniş bir alana açılan kapıdan geçtikten sonra kendimizi Gondollar şehri Venedik’te bulduk

Köprüleri, eski virane yapıları ve mimarileriyle tam manasıyla bir Venedik yaratılmış otelin içinde. Tam bir İtalyan, eski Roma kültürü yansıtılmış. Nehir birebir boyutlarıyla inşa edilmiş, kanallar suyla doldurulmuş ve Gondollar işlemekte bu kanallarda. İnsanlar gondollarla otelin bir köşesinden bir diğer köşesine gidebilmekte. Ben de elbette resim çekmeye devam edebilmekteyim.
Böyle bir otele gelip de makinelerde şans denememek olur mu? Olmaz elbette, hemen bir makinenin başına geçtim; 5-10 dakika şansımı denedim
Bir sonraki gün başka bir oteli gezmek üzere, dönüş yoluna koyulduk. Hava yavaştan kararmak üzereydi, ama hava sıcaklığı bir türlü düşmüyordu ve güneş battığında ben halen pet şişemde kalan son su zerrecikleriyle yüzümü serinletmeye çabalıyordum. Tam bu esnada, Güney Amerikalı olduğunu düşündüğüm bir sokak serserisi önümü kesti ve elime bir karton sıkıştırdı. Önce anlam veremedim ama kartona dikkatlice baktığımda –dikkatlice diyorum çünkü sıcaktan beynim sulanmış durumdaydım- kartonun üzerinde bir çıplak kadın resmi ve altında onun telefon numarası vardı. Kuzenler gülüyordu, teyzem de gülüyordu. Bense anlam verememiştim. Amerika işte, burada göreceğin her şey sonuç olarak belki de hayatında bir daha göremeyeceğin şeyler olacaktı. Her şeyi de beklemelisin. Amerikan rüyası, özgürlükler ülkesi… Bizim ülkemizde böyle bir şeyle karşılaşsan o adamı muhtemelen linç ederler sokak ortasında. Burada gülüyorlar.
Yarım saat kırk beş dakikalık bir yürüyüşün ardından Aslanlı Otele döndük. Daha kapıdan girer girmez yüzüme klimanın serinliği geldiği andaki rahatlamam anlatılamaz. Hemen otelin yemek salonuna geçtik ve bir güzel karnımızı doyurduktan sonra para harcamak için her zaman olduğu gibi slot makinelerinin bulunduğu alanlara dağıldık ailecek.

Güzel bayanlar burada poker masalarının, slot makinelerinin etrafında dolaşıyorlar. Genelde içecek ve alkol servisi yapılıyor. Ücretsizdir genelde bu servis, nedeni insanın kafasını uyuşturup masadan ya da makinenin başından kalkmasını engellemek gibime geliyor. Klimanın serinliğinin beni rahatlattığından da bahsetmiştim. Şöyle ki, aslında bahsettiğim şey klima değil oksijen havalandırmasıydı. Bu şehirde, otellerde klima bulunmazmış. Havalandırma kanallarından taze oksijen pompalaması yapılıyormuş ve bunun nedeni insanları sürekli ayık tutarak masadan ayrılmasını, slot makinesini bırakmasını engellemekmiş. Yani özetle alkol transferi de oksijen transferi de aynı görevi görüyor burada otellerde.
İkinci gün; artık günleri karıştırmaya başladığımın başlangıcıydı. Kahvaltıya indik, etrafta yok "yok". Tabağımı aldım ve yavaş yavaş doldurmaya başladım. Sucuklu, sosisli yiyecekler, aç karnımı kendinden geçirecek bir görüntüye sahipti. Süt ve Cornflakes’in yanına bile yanaşmıyordum, gözüm pizzalardan başka birşeyi görmüyordu açıkçası :)  Derken masaya oturdum ve mis gibi görünen pizzamdan ilk ısırığı alırken kuzen:
- Farkında mısın kuzen, domuz etiyle yapılmış bir pizza o (!)…
- Hadi canım ? Sosisli olanlar?
Hepsi…
Demeyin ya…
Dedik bile…
Hevesin kursağında kalması böyle bir şey, o yanına yanaşmadığım süt ve Cornflakes’e kaldım mı ben yine? Aç kaldığımı ve aradığımı bulamadığımı anlamış olacak ki teyzem hemen olaya müdahale etme gereği duydu. Kolumdan tuttuğu gibi beni tavuk ızgara ve kanat yapılan bir başka yeme-içme salonuna götürdü. Şişte dönen tavuk kanatlarına nasıl saldırdığımı ben bile hatırlamıyorum şimdi. Yediğim bir kanat parçasının boyutunun bizdeki bir tavuk kadar olduğunu söylersem de abartmış olmam. İkinci kanattan sonra tıkandım zaten.
Las Vegas’ta yaşadığım bir başka ilginç olaysa Jetlack mevzuudur. Gidip de gelenler, sıklıkla seyahat edenler bilir, saat farkından dolayı ileri de gitsen geri de gelsen epey bir afallama yaşarsın. Las Vegas’a indiğimin ikinci günü, sanki doğduğumdan beri hiç uyumamışım gibi yaklaşık 14 saat uyuma hissiyatına kapıldım. İlk indiğim günü 34 saat yaşadığımı düşünürsek, 14 saatin lafı olmazdı. Hayatımda o kadar uyuduğumu da hatırlamıyorum

4 günlük Las Vegas macerasının ardından, dönüş için havaalanının yolunu tuttuk otelden ayrılıp. Amerika macerasının başlangıç noktasının sadece filmlerde tanıdığım bu yerle başlamış olması benim için unutulmaz bir deneyimdi. Sonunda Houston’a dönüş uçağına bindik, 3 saatlik bir uçak yolculuğunun ardından yağmurlu ve fırtınalı bir günün akşamüstünde Houston’a iniş yaptık. Teyzemin arkadaşı Gülşen Teyze ve eşi, bizi eve bıraktıktan sonra gözden kayboldular.

Gelecek Bölümde : Houston Ve San Antonio'nun Fethi...

18 Haziran 2012 Pazartesi

Journey To The US...

Amerika mevzuu çok eski bir hikayedir aslında bende... Senelerce bu ülkeye gitme hayaliyle yanıp tutuşmakta iken, sağ olsunlar annem ile babam bu konuya hiç sıcak bakmamışlardı senelerce. Benim, bu hayalimi gerçekleştirmem ancak 27 yaşındayken mümkün olabilecekti. Aslında yine aklımda yoktu, senelerdir yılda yada iki yılda bir bizleri ziyarete gelen Nurdan Teyzem, artık bizim aileden birilerini de ziyarete beklediğini söylemişti. Ablam evliydi, eşiyle böyle bir planı yoktu. Annemle babam da başta belirttiğim gibi kuş olma konusunda hevesli değillerdi ama ben Amerika’yı görmeyi çok arzuluyordum ve artık bunu hayata geçirmemin de vakti gelmişti.
Olur mu olmaz mı derken son kararımı verir vermez hemen Nurdan Teyzemin oğullarıyla bağlantıya geçtim; çünkü tüm detaylarıyla prosedürleri öğrenmem şarttı öncelikle. İngilizce biliyordum, sonuçta kolej mezunu olmam bana avantaj sağlayacaktı ama acaba konsolosluk mülakatından geçebilecek miydim? Asıl sorun buradaydı.
Önce gerekli belgeleri toparladım. Bu esnada pasaport olayını da hallettim tabi.
Pasaport işlemlerini hallettikten sonra sıra, elbette ki Amerikan Başkonsolosluğundaki mülakatı ayarlamaya gelmişti. Kolay mı zor mu olacak bunu bilmiyordum ama içimde hep bir tereddüt, hislerim nedense bana vize vermeyeceklerini yönündeydi. Bu arada randevu tarihini Temmuzun son haftasına vermişlerdi. O iki hafta nasıl geçecekti Ya rab?
Öyle yada böyle, Temmuz ayı bitti, mülakat günü geldi çattı. Sabah saat 10:30 sularında geniş güvenlik önlemleri altında yaklaşık 15-20 kişilik gruplar halinde içeriye alındık. Bizi izbandut şeklinde niteleyeceğimiz türden güvenlik görevlileri karşıladı içeride. Bizi bir soymadıkları kalmıştı, kemerimin pimi düşmüştü ben de cebime koymuştum kaybolmasın diye. Meğersem ne büyük hata yapmışım. Yarı Türkçe yarı İngilizcesiyle güvenliklerden biri bana “size her şeyi dedektörden geçirmeniz gerektiğini söylemedik mi” diye çıkıştı. Kendi ülkemde, kendi topraklarımda bu muameleyi görmek çok ağırıma gitmişti o gün.
Neyse, içerde banka şubesi gibi bir tarafta insanlar gişe kuyruğunda bir tarafta numara alanlar sıralarının gelmesini beklemekte… Ben de bir numara aldım ve boş bulduğum bir koltuğa kıvrıldım. Etrafımı meraklı gözlerle süzüyordum, her yanda güvenlik görevlileri dolanıyor, insanları göz hapsinde tutuyorlardı. Gişe dediğim noktalarda arkada duran bayan ya da erkek memurlar, vize talebinde bulunan adaylara sorular sormaktaydılar. Mülakatı istersen Türkçe, istersen İngilizce yapabilme serbestisi tanıyorlardı burada. Önce garip karşılamıştım; sonra düşününce herkes yabancı dil bilemezdi ki elbette. Bir ara güvenliklerden birinin beni uzun uzun süzdüğünü fark ettim. Açıkçası tedirgin de oldum, gerçi onca güvenlik noktasından geçtikten sonra tehlike arz edecek bir durumum zaten yoktu ancak meraklı gözlerle etrafı kolaçan etmem sanıyorum dikkat çekmiş olmalıydı. Derken sıra bana geldi, gişeye yöneldim.
-      Welcome Mr. Ünlü, would you like to debate ın English or in Turkish?
-      English, please.
-      OK then, why do you want to go to the US?
-      Hmmm, to visit my relatives, my aunt lives in Houston.
-      When will you return to Turkey?
-      I think ı will visit my aunt for two weeks, then will return to my country…
-      …….
Memur vizeyi aldığımı söylerken Türkçe “Hayırlı Olsun” dediğinde, ilk girişte zoruma giden olaydan eser kalmamıştı nedense… Vizeyi almanın verdiği hazla, doğruca Taksime yola koyuldum. Şimdi sırada uçak bileti olayını halletmek vardı çünkü. Uçak bileti için en uygun fiyatlı tarifeler neyse onları tercih etmeye çalıştım, zira bu seyahat bana tuzluya mal olacaktı J Aktarmalı tarifeler daha uygun görünüyordu. Uçak 2 saatlik bir yolculuk sonunda Frankfurt’a varacak, oradan 13-14 saat süren bir yolculuk sonunda da Houston’a inecekti. Benim için de değişik olacaktı, Amerika’ya giderayak Almanya topraklarına da basmış olacaktım. Uçak biletimi de  kestirdikten sonra işyerine geri döndüm, ağzım kulaklarımda çalışmaya koyuldum.
Takvimler 25 Eylül 2009’u gösterdiğinde artık her şey hazırdı. Koca yaz tatili bitmiş, üstüne koca bir ramazan ayı geçirilmiş, bayram atlatılmıştı ama benim için asıl tatil ve bayram belki de şimdi başlıyordu. Hani yeni bir ayakkabı alırsınız, yeni bir kıyafet falan, onu giymek için sabırsızlanırsınız, öyle bir sevinç vardı içimde. Biraz da korku elbette.
Annemlerle helalleştikten sonra iki bavulumu kaptığım gibi eniştemin arabasına doluştum. Bavullardan biri boştu. Çünkü dönüşte, aldığım hediyeleri ve eşyaları bu bavula tıkıştıracaktım. (Gidecek olanlara tavsiyedir J)
Saatler 06:00’yı gösterdiğinde artık uçaktaydım. Koltuğuma kuruldum ve kalkış heyecanına bırakıverdim kendimi. İlk kalkışta insanın içinin çekilmesi kimisine mide bulandırıcı gelir kimisineyse eğlenceli… Ben ikinci kategorideyim, bu tip durumlardan kendime keyif çıkartmayı severim. Heyecan uykusuzluğunun verdiği yorgunlukla kendimi uykunun dayanılmaz çekiciliğine bırakmaya karar verdim. Hem beklentim de uçak Frankfurt’a vardığında uyanmaktı. Gerçekten de iki saat sonra uyandığımda uçak inişe geçmiş, kaptan iniş anonsunu tamamlamıştı. Ben o heyecanla emniyet kemerini kalkıştan sonra açmamışım, bütün yol boyunca kemerle seyahat etmişim. (Wayy Arkadaşşş J)

Almanya vizem de bulunsaydı hiç düşünmez bir iki saat Frankfurt merkezde dolaşabilirdim ama 3 saatimi havaalanında geçirmek durumunda kalacaktım. Büyük bir havaalanı olmasından dolayı sıkılmam olanaksızdı zaten, epeyce dolaştım, hediyelik eşya dükkanlarını gezdim. Houston’a gidecek uçağın saatini doldurana kadar havaalanını hallaç pamuğu gibi attım.
Tam uçak saatine yaklaşıldığında kabin kapısına gittim. Şansıma kapı görevlisi bir Türk’tü. Beni, o an oldukça şaşırtan ve korkutan bir uyarıda bulundu. “Saatinizi geri alın çünkü Türkiye saatinden bir saat geridesiniz.” Ya Çin’e gidiyor olsaydım, belki de bir saat farkla kaçırmış olurdum. Görevlinin uyarmasıyla saatimi bir saat geri aldım ama bu bir saat daha beklemek anlamına geliyordu.
Bir saat sonra, 3 katlı uçağın ilk katında bana ayrılan koltuğumda yerimi almıştım. Aynı heyecanla… İyice koltuğuma yerleştikten sonra yanıma oturan hafif yaşlıca bayanı az biraz süzdüm. İlkokul öğretmenimize benziyordu kadın, gözlerinin altı hafif kırışık vaziyetteydi; ama yanakları yumuşak görünüyordu, belli ki kendine bakıyordu. Teyzemden bilirim, onu ne zaman öpsem pamuk öpmüş gibi hissederim. Bu kadının da yanakları öyle duruyordu. Kendisini süzdüğümü ve merak ettiğimi anlamış olacak ki bana dönüp gülümsedi:
-      Are u Turkish? (Yuhh nereden anladı acaba?)
-      Yeah, I’m Turkish, but how did u find out this?
-      You look so curious J
Genelde Türkler yabancıları uzun uzadıya süzermiş. Kadın da Türk olduğumu buradan anladığını söyledi bana. Her nedense kadını sevmiştim, ara ara sohbet edebileceğim birini bulduğumu düşünüyordum koca uçakta.
Tam bu düşüncelerle etrafıma bakınırken kapıda saçlarını yakarak şekil vermiş, hip-hop’çı görüntüsü içersinde zenci bir adam belirdi. Daha görür görmez yanıma oturmaması için dua etmeye başladığım bir tipi vardı, şekil-şemal olarak iğrençlik derecesinde bir görüntüye sahipti. Demeye kalmadı, adam önce yanımdaki bayandan, ardından benden müsaade isteyerek cam kenarı tarafına kuruluverdi. Hadi geçmiş olsun (!) Genelde insanlara karşı önyargılı olduğumu düşünürüm, sonradan bunu kendim kırarım ve samimiyet kurulması gerekiyorsa üstüme düşeni yaparım. Ancak daha kapıdan girdiğinde tiksinme derecesinde görüntüsüyle kendimi önyargı duvarımın içine hapsettiğim bu adam, gerçekten de önyargımı hak edecek bir profil çiziyordu. Kendimce, en azından kulaklığı takıp her şeyden uzak bir seyahat geçireceğimi düşünürken, burnuma o kesif koku gelmeye başladığında bu yolculuğun düşündüğümden de feci şekle bürüneceğini anladım. Yanımdaki bu ipsiz sapsız adam tam manasıyla köri kokuyordu, bu da kendisinin “Hint Fakiri” tabirini ne kadar hak ettiğinin göstergesiydi. Kaldı ki bir ara pasaportunu çıkartıp bir şeyleri kontrol ettiğinde gerçekten de bu adamın Hintli olduğunu anlayıverdim. Ama çaresizdim, bir şekilde bu 14 saat geçecekti. Ama nasıl geçecekti ???

Takriben bir saat sonra falandı, ufaktan karnım acıkmaya başlamıştı, solumda oturan bayanla küçük sohbetlerimizi yapmaya devam ediyorduk, benim için de iyiydi bu durum; pratik yapıyordum, gittiğim yerde mutlaka faydası olacaktı bana. Sonradan sohbet esnasında öğrendim, bu bayan Birleşik Devletlerin Dakota eyaletindenmiş; orada anaokulu öğretmenliği yapmaktaymış. Hatta bir dönem benim mesleğimi de yaptığından bahsetti.  Frankfurt’a da turistik amaçla gittiğini anlattı bana. Ben de Amerika’ya niçin gittiğimi, neler yapacağımı, nereleri dolaşacağımı anlattım. Oldukça lezzetli geçen bu sohbet beni de Dakota’lı Bayan Helen’i de keyiflendirmişti. Ama Hint Fakirinin yemeye niyeti yok gibiydi. İnanılmaz bir horuldamayla uyuduğundan ne bize rahat verecekti ne de yediğimizden içtiğimizden bir şey anlayacaktık. Horlaması bir taraftan, köri kokusu diğer taraftan seyahat ufaktan zaten kabusa dönüşmüşken bir de salya sümük uyuması olayın üzerine tuz-biber ekmişti. Olan da gelen güzelim yemeklere olmuştu; midemin bulantısından et soteyi yiyemediğim gibi, adam uyanana kadar en az 3 saat de kendim uyuyamadım.
Bu zorlu yolculuğun ardından kendimi G.W.Bush havaalanına inmiş buldum. Sonunda Amerikan topraklarındaydım. Güvenlik noktalarından yeniden geçtikten sonra sert bakışlı bir polis memuru beni karşıladı :

-       Welcome to the US, ı have to ask some questions; first of all, how long will u stay here ?
-       Only for 2 weeks
-       Why did u choose to come to the US?
-       To visit my aunt, here is the invitation letter of her…
…diyerek teyzemin, ben daha ülkemdeyken bana göndermiş olduğu davet mektubunu memura ilettim. Dikkatli bakışlarını bir mektuba bir bana yönelttikten sonra pasaportuma onay damgasını vurdu ve bir sonraki yolcuya yanına gelmesi için işaret etti. Ben de güvenlik noktasından ayrıldım. Havaalanının kapısında teyzemin büyük oğlu beni bekliyordu, kendisiyle hasret kucaklaşmasını da gerçekleştirdikten sonra Las Vegas uçağına yetişmek üzere arabaya yöneldik…
Yarın: Live In America (Part 2)

Devrim niteliğindeki DeFi Protokolü IPOR 22 Mart 2023'te Bitget'te listelenecek

  Bitget, geleneksel finans oyuncuları için IPOR pratik çözümü ile DeFi ve TradFi arasındaki boşluğu dolduracak Victoria, Seyşeller, 20 ...