27 Aralık 2012 Perşembe

Mutlu Yıllar...

2012'yi de geride bırakıyoruz bu gece... Her sene aynı klişe sözlerle yılları deviriyoruz; "Seneye görüşürüz", "Acısıyla Tatlısıyla Bir Seneyi Daha Geride Bıraktık" vs... Etrafı süslüyoruz, çam ağacı altına hediyeler koyuyoruz falan filan... Bizler için yılbaşı, bir senenin bitimi, yeni bir senenin başlangıcı olmakla birlikte tatil ve Noel Baba ifadeleriyle de eş değer... Ben de kendime görev bildim ve Noel Baba'yı araştırdım. Neden bacadan giriyor, neden kırmızı giyiyor biraz öğrenelim dedim...


Bütün dünyada Noel Baba olarak tanınan Aziz Nicholaos, Türkiye’nin Akdeniz kıyılarında önemli bir Lykia kenti olan Patara'da doğmuş. M.S. 300'e doğru Patara refah içindeyken kentte yaşayan zengin bir buğday tüccarının oğlu olarak dünyaya gelmiş ve "Nicholaos" adı verilmiş kendisine... Doğduğunda göğün bir hediyesi, ana-babasının dualarının ve sundukları adakların bir meyvesi, fakirlerin bir kurtarıcısı olarak dünyaya geldiğine işaret edilmiş inanışa göre... Daha gençliğinde bile mucizeler yarattığına inanılıyor. Bu inanca göre, inşaat halindeki bir kilisenin yıkılmasıyla enkaz altında kalan Nicholaos, annesi ağlayıp inlerken, üzerine yığılan taşların altından sağlam olarak kurtulmuştur.

Bir süre sonra babası öldüğünde büyük bir servetin tek mirasçısı olmuş ve servetini yoksullara yardım için harcamaya karar vermiş. Bu sırada Patara'da önceleri çok zengin olan bir şahıs işlerinin kötü gitmesinden ötürü fakirleşmiş ve kızlarının çeyizini yapamayacak duruma gelmiş. Çaresizlikten kızlarını satmayı bile düşündüğü bir anda, Nicholaos durumu görerek onlara yardım etmeye karar vermiş. Kendini belli etmemek ve aynı zamanda gururlarını kırmamak için kızların evine gece gitmiş; onlar uykuda iken büyük kızın açık olan penceresinden çeyizine yetecek olan bir kese altını içeri atmış. Sabah parayı bulan büyük kız çok sevinmiş; akabinde içinde bulundukları bu kötü durumdan ailecek kurtulmuşlar. Daha sonra ortanca ve küçük kızın çeyiz paralarını da karşılamak isteyen Nicholaos, pencereleri kapalı olduğu için parayı bu kez bacadan atmış. İşte Noel Baba'nın yılbaşında hediye bırakma öyküsü bundandır. İkonalarda ve resimlerde de Nicholaos'un üç altın top ile gösterilmesi bu yüzdendir.

Aziz Nicholaos'un yaşamıyla ilgili bir öykü de şöyledir;

Nicholaos hacı olmak üzere Kudüs'e gider. Geri dönüşünde fırtınaya tutulan gemiyi dualarıyla batmaktan kurtarır, ayrıca denize düşerek boğulan bir denizciyi de diriltir. O günden sonra Aziz Nicholaos denizcilerin de koruyucu azizi olarak kabul edilmiştir. Nicholaos bir müddet sonra Patara'nın komşu kenti Myra'ya göç eder. Myra Başpiskoposu ölmüş yerine geçecek kişi üzerinde anlaşma sağlanamamıştır. Bunun üzerine sabah kiliseye ilk gelen kişinin başpiskopos olması kararlaştırılır. Aziz Nicholaos kiliseye ilk gelen kişi olarak başpiskopos seçilir. 




NİCE MUTLU YILLARA... BU YIL SİZLERE TÜM ARZULARINIZI YERİNE GETİRME FIRSATLARINI VERSİN... 



18 Aralık 2012 Salı

2012 Senaryosu : Galaktik Dizilim

21 Aralık yaklaşıyor... Mayalara göre sözde yaşadığımız çağ sona ermek üzere... Daha doğrusu böyle rivayet ediliyor. Bu, çok köklü bir değişim olacak ve daha önce yaşadığımız hiçbir şeye benzemeyecek. Peki Maya halkı neden tarihlerinin sonu olarak 2012 yılını seçmişti? Bu tarihin bir önemi olmalı.

 

Mayalar tarihin neresinde durduklarını anlamak için Uzun Sayım’a bakıyorlarmış. Bu uzun dönem takviminin 13 Baktunluk devrelerinden her birinin bitimi, dünya için radikal değişimler ve büyük yenilikler içerirmiş onlara göre. İçinde bulunduğumuz devre, Mayalara göre hem beşinci, hem de son devre... Ve 13.0.0.0.0 tarihinde son bulacak. Bizim takvimimize göre sözü edilen bu tarih, 21 Aralık 2012’ye denk geliyor. 


















Mayaların çok iyi bir astronom ve matematikçi olduklarını sonuç olarak hepimiz az çok biliyoruz. Bizim henüz yeni anladığımız konularda bile çok gelişmişti bu kavim... Bana kalırsa Maya hesaplamaları önemli bir dizilime işaret ediyor. Onlara göre Güneş ve Galaktik Merkezin 2012 yılının kış gün dönümünde aynı hizaya geleceği düşünülmekteydi. Üstelik bu durum, yalnızca 26.000 yılda bir yaşanabilecekti. Bu şartlarda Mayalar kesinlikle ve gerçekten de bu astronomik hizalanmayı işaret ediyorlardı. Çok ender gerçekleşen bir hizalanma...!
21 Aralık 2012’de gerçekleşeceği söylenen Galaktik Dizilim (Dünya, Güneş ve Galaktik Merkez’in yeryüzünden bakıldığında bir dizilim oluşturması) aslında Mayalardan gelen mitolojik astronominin şablonu... 
Astronomi uzmanı olarak tanımlanan Mayalar Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter gezegenlerini, Güneş ve Ay’ın hareketlerini izlemişler, günümüze kadarki tutulmaları doğru şekilde tahmin etmişlerdi. Günümüzde matematik kullanılsa da bunlar için; Mayalar böyle yapmamış, gelecek hakkında çıkarımlar yapmak için gözlemsel astronomi tabloları kullanmışlardı. Mayalar takvimlerini geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak için kaydediyorlardı.
Marduk olarak adlandırılan gezegenin 2012 yılında dünyaya yakın geçiş yapacağı öne sürülüyor... Dünyadan 4 kat daha büyük olduğu ve güneş çevresindeki turunun 3600 yıllık periyoda sahip olduğu bu gezegen, Maya literatürüne göre içinde bulunduğumuz çağın, yani Beşinci Güneş'in bitiş tarihi olan 2012 yılının başkahramanı olan gök cismidir. Hititler ve Asurlar bile Marduk'u kil tabletlere resmetmişler; öyle ki bu tabletler şu anda İstanbul'daki müzelerde sergileniyor.


Yani işin kısası bu kadar okudunuz; şunu soracaksınız sanırım: Marduk geliyor mu, son günlerimizi sevdiklerimizin yanında, onlara sarılarak mı geçirelim?
Yanıt: Hayır, ben bilim adamı değilim, o kadar da bilgi birikimim yok ama kısa araştırmamdan böyle bir sona yaklaşmadığımızı çıkarabilecek kadar da aklım yerinde… Bu sadece kainatta gerçekleşmesi öngörülen gezegen dizilimi gibi görünüyor. Haa, belki gezegenlerin dizilimleri bazı doğa olaylarını tetikleyebilir; onu bilemiyorum elbette (yerçekimi ve benzeri durumlardan kaynaklı gelgitler gibi...) Dolayısıyla siz yine sevdiklerinize sarılın ama "dünyanın sonu geliyor" diye de olmadık işlere girmeyin J


> ŞİRİNCE PROGRAMI

> 10.00 Kahvaltı 
> 12.00 Orman yürüyüşü 
> 14.00 Piknik alanında öğlen yemeği
> 17.00 Şarapla günbatımı
> 18.00 Son akşam yemeği
> 19.00 Tom Cruise ve Bilumum Ünlülerle Toplu Hatıra Fotoğrafı Çekimi
> 20.00 Düşen göktaşları izlencesi
> 21.30 İsrafil'den "sur" dinletisi
> 23.00 "Keşke herkes burada olsaydı" kapanış konuşmaları
> 00.00 Kıyamet ve Kapanış
> 00.01 Mahşerde buluşma
> 00.02 "Ulan hani Şirince'ye bir şey olmayacaktı" tartışması
> 00.03 Sözlü için kısa bir hazırlanma
> 04.00 Sözlülerin bitimi
> 05.00 Sırat Köprüsü Turu
> 06.00 Cennet ve Cehennem için dağılış...





(Allah Günahlarımızı Affeylesin)










6 Aralık 2012 Perşembe

İlginç ki Ne İlginç (!!)

Bildiğimiz bilmediğimiz, bilip de yanlış bildiğimiz ilginç gerçeklerde 2.perdeyi açıyorum; bu bölümde şunlara göz atacağız :


İskoçya'da yaşayan bir ailenin kapısını çalıp tuvaletlerini kullanmak istemeniz halinde sizi içeri almaları o ülkede yasal bir zorunluluk... :)


Las Vegas'ta kumarhanelerin hiçbirinde saat bulunmuyor; buna şahsen kendim de şahit oldum. Halihazırda klima bile yok; havalandırmalarda herkes uyanık ve dinç kalsın diye (kısacası kumar oynansın diye yani) oksijen takviyesi yapılıyor.


Sabahları ilk uyandığımızda boyumuz, gün içinde olduğundan 1 cm daha uzunmuş...


Dünyada ortalama olarak 9 milyon insan sizinle bizimle aynı doğumgününü paylaşıyor.


Sağlıklı, yetişkin bir insanın yapılan araştırmalar sonucu günde 23.000 kez nefes alıp verdiği tespit edilmiştir.


Gelinler neden duvak takarlar? Bayan arkadaşlarıma hemen açıklayayım : Mutluluğunuzu kıskanan kötü ruhlardan gizlenmek amacıyla tülden duvak takmaktaymışsınız... :)


Hapşırığını bastırmaya çalışan bir çok arkadaşımı uyarmışlığım vardır, nedeni şu : Hapşırığınızı tutma esnasında kritik damarlarınızın zarar görme ihtimalinin bulunması ve ölüm riskini %1oo'e yaklaştırmasıdır.


Kollarımızı iki yana açtığımızda oluşan mesafe, boyumuzun uzunluğuna eşittir.


Bir dilim ekmekte 1,5 km koşacak kadar enerji vardır; hatta daha da fazlası...


1980'de Amerika'nın Detroit kentinde Saddam Hüseyin'e törenle şehrin altın anahtarı teslim edilmişti.



24 Kasım 2012 Cumartesi

"Yeni Nesil Sizlerin Eseridir"

Bugün "Öğretmenler Günü"... Başlığı da Mustafa Kemal Atatürk'ün eşsiz söylemlerinden biri olarak tercih ettim doğal olarak... Yıllarca öğretmenler gününün sadece biz Türk'lere has bir kutlama günü olduğunu düşünmüşümdür. Özel, anlamlı günlerde blog yazma geleneğimi sürdürmek adına kısa bir araştırmayla sizlerle bilgi paylaşımında bulunmak isteyince gördüm ki hem bu günü farklı günlerde kutlayan ülkeler var, hem de bizde öğretmenler gününün kutlanmaya başlamasının arkasında başka prosedürler söz konusu...
 
 
 
Öğrendim ki, öğretmenler günü birçok ülkede 1994’ten beri her yıl 5 Ekim günü UNESCO'nun önerisiyle kutlanıyor.
 
Ülkelerin tarihi özelliklerine, kültürel geleneklerine göre çeşitli ve farklı tarihler Öğretmenler Günü olarak belirlenmiş. Örneğin Arap ülkelerinde her yıl 28 Şubat günü "Öğretmenler Günü" olarak kutlanıyor. Bunun yanısıra Avustralya'da Ekim ayının son Cuma günü Öğretmenler Günü olarak kabul edilir. Hindistan'da eski Hindistan devlet başkanı ve başöğretmeni Dr. Sarvepalli Radhakrishnan'ın doğum günü öğretmenler günüdür. Peru’nun bağımsızlık günü olan 6 Temmuz öğretmenler günüdür.
 

Ülkemizde her yıl 24 Kasım gününü, Öğretmenler Günü olarak kutluyoruz.  Bu, 1981 yılında başlamış bir uygulama... Bakın neden?

 
 
Türkiye Cumhuriyeti'nin yüce önderi Mustafa Kemal Atatürk, 24 Kasım 1928’de meclis tarafından "Başöğretmen" olarak kabul edilmişti.
 
Kemal Atatürk'ün 100. doğum yıl dönümü olan 1981'de, onun "başöğretmen" oluşunun yıldönümlerinde ülke çapında "Öğretmenler Günü" kutlanmasına karar verildi.
 
KUTLU OLSUN... !!
 
 
 

22 Kasım 2012 Perşembe

Domatesli Şehriye Çorbası Yapalım mı?

Sevdiğim çorbalardan biri de domatesli şehriyedir hani… Arpa şehriyeyle de güzel olur.  Bugünkü denemem bu çorba üzerine olacak. Eğer tarifte ve teşbihte hata ediyorsam, yorumlar kısmına düşüncelerinizi bırakmanızı rica ettiğimi bir kez daha hatırlatmak isterim siz değerli okuyucularıma :)

Bu çorba için çeşitli gereksinimlerimiz olacak her zaman olduğu üzere…
- Yarım su bardağı ayçiçek yağı (opsiyonel olarak 2 yemek kaşığı margarin);
- Yarım su bardağı şehriye; (tel yada arpa şehriye olabilir opsiyonel olarak)
- 1 yemek kaşığı salça;
- 2 adet domates, hatta yine opsiyonel olarak sivri biber;
- 1 su bardağı tavuk suyu;
- 4 su bardağı kaynar su...
Geleyim çorbayı hazırlama metoduma…
Domatesleri haricen rendelemek gerekiyor öncelikle. Rondodan geçirmenizi önerebilirim. Tencerede margarini ,salçayı ve ardından rendelenmiş domatesleri ekliyorum ben. Sonra, daha önce kaynattığım suyu ilave ediyorum. Su iyice kaynadıktan sonra içerisine bir miktar tuz ve şehriye katıyorum. Yumuşayıncaya kadar pişiriyorum; yumuşadığını fark ettiğiniz anda 5-10 dakika aralığında kısık ateşte bekletmek doğru olacaktır. Sonrası elbette ki çorbanın size göre, keyfinize göre servis kısmı…

AFİYET OLSUN... :)

19 Kasım 2012 Pazartesi

Postacı Güvercinler

Çok eski bir arkadaşımın merakı üzerine ufak bir araştırma yapma hevesine girdiğim günün konusu posta güvercinlerinin tarihçesi ve nasıl yetiştirildiği… Kimsenin dikkatini çekmiyor olsa da posta güvercinlerinin tarihteki yeri ve konumu ciddi anlamda su götürmez bir gerçek... Bir avuç büyüklüğündeki bu hayvanlar kimi zaman bir devletin kurulmasından koca bir imparatorluğun çöküşüne bile neden olacak faaliyetlerde bulunmuşlar. Bu işin temelinde elbette ki "casus haberleşme" aracı olarak kullanılmaları yatıyor.
 
Osmanlılarda haberleşme amaçlı kullanılan güvercinlerin başında “Bağdat” güvercini geliyormuş. Bağdat güvercinleri, o dönemde gerçekten de çok kıymetli ve değerli olarak kabul edilirmiş. Uzun uçmaları ve yuvalarına bağlılıkları onları, iyi bir posta güvercini haline getirmiş.

Anadolu’da eski devirlerde “salma kuşu” olarak kullanılmışlardı. Bir yere yuvasını yaptıktan sonra, başka bir yere alıştırmak imkansız gibiydi bu hayvanları... Aradan 10 yıl bile geçse, bıraktığınız anda ilk yuvasını bulma yetenekleri tartışılmazdı. İyi yetiştirildikleri sürece günümüzde de halen bu özelliklerini koruyorlar. 1600’lü yıllarda Evliya Çelebi eserlerinden birkaçında, Bursa’dan salıverilen kuşların İstanbul’a çok kısa bir sürede ulaşabildiklerinden bahsetmektedir.
 
Osmanlı dönemi öncesinde Bağdat güvercinlerinin Türkler tarafından posta güvercini olarak kullanılmaya başlaması Büyük Selçuklular dönemine kadar gidiyor. 1000'li yılların başlarından itibaren bugünkü Ortadoğu bölgesinde egemen olmaya başlayan Büyük Selçuklular, Tuğrul Bey’in 1055 yılında Bağdat’a girmesi ile birlikte bölgeye bütünü ile egemen olmuşlar. Bu yıllarda Bağdat güvercinleri Türkler tarafından posta amaçlı olarak kullanılmış. 1169 yılında Eyyubi hanedanlığının ilk hükümdarı olarak Mısır’a hükümdar olan Selahaddin Eyyubi’nin haçlı orduları ile olan savaşları sırasında ve özellikle de III. Haçlı ordularının 1191’de Akka kuşatması sırasında bütün haberleşme sistemini Bağdat güvercinleri ile sağladığı düşünülüyor. Haçlı askerleri yemek için vurdukları bir güvercinin ayağında buldukları mesaj sonucu bu haberleşmenin varlığını ortaya çıkarabilmişlerdir. Bu olaydan sonra o yıllarda Avrupa’da unutulmaya yüz tutmuş olan posta güvercini ile haberleşme geleneği yeniden canlandırılma yoluna gidilmiştir. Bu amaçla 1191’den sonra bazı Bağdat güvercinleri Haçlı orduları aracılığı ile Avrupa’ya götürülmüştür. 

 

 
 
Gelelim o dönemlerde bu Sevimli hayvanların nasıl eğitildiğine…
 
Konuyu araştırmaya koyulduğumda bu işin kolay ve kısa sürede yapılamayacağını düşünüyordum ki öyle de çıktı. Sabır isteyen bir iş olduğu aşikar… İlk etapta uçma yetisini kazanmış olan güvercinler, öncelikli olarak kısa mesafelerde uçuruluyorlar. Mesela 10-20 km’lik mesafelere kadar salıveriliyorlar. Diyeceksiniz ki, kaçmıyorlar mı? Tabi ki hayır çünkü yukarıda da bahsettiğim üzere bu hayvanlar ilk yuvalarına bağlılıklarından ötürü asla unutmuyor ve mutlaka dönüyorlar. Mesafe ne olursa olsun hem de... Yetiştirme dönemi boyunca mesafe gittikçe arttırılıyor. Zamanla 100 ile 500 km mesafelerine kadar gönderilebiliyorlar. Elbette ayaklarına notları bağlanarak… Geçmişte de aynı yöntemin kullanıldığını, bugüne kadar bu işi uzmanlık haline getiren insanların babadan oğula geçen bir meslek misali bu hayvanları yetiştirmelerinden anlayabiliyoruz.

 

13 Kasım 2012 Salı

Danalar Girmiş "Bostana" (!)

Geçtiğimiz günlerde kız arkadaşımla Fatih'te bir kebapçıya girdik. Bu kebapçı, bundan yaklaşık 10 yıl önce üniversiteden arkadaşımla onun tavsiyesi üzerine geldiğimiz bir yerdi. Burada yemeğin yanında gavurdağ salata sandığım ama daha sulu birşey ısmarladı arkadaşım... Daha sonradan adının "bostana" olduğunu öğrendiğim bu salatanın tarifini telefon aracılığıyla yine bu yakada çoğu kez tercih ettiğim dürümcüden aldım. Şimdi sizinle paylaşmak istiyorum bu lezzeti...


Bostana, az önce de bahsettiğim gibi Gavurdağı salatasına benzemekle birlikte oldukça sulu ve acı bir lezzete sahip… Nasıl olmasın ki… Sonuçta memleketi Urfa... Neyse, İlk yapılması gereken elbette malzemelerin temini her zaman olduğu gibi…
3 adet büyük boy domates
1 adet büyük boy maydanoz
5 adet orta boy yeşil soğan
4 adet orta boy yeşil biber
1 adet orta boy soğan
Yarım çay bardağı limon suyu
1 tatlı kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı kırmızı biber
1 yemek kaşığı nane
Yarım bardak nar ekşisi mutlaka elimizin altında olmalı…
Yapılışı oldukça basit bu salatanın… İlk başta sebzelerin tamamını mutlak suretle güzelce yıkayın. Bilmeyenler genelde maydanozu sapından ayıklayarak kullanırlar ama benim şahsi tavsiyem sapını dahi ince ince kıymanızdır. Diğer sebzeleri de aynı şekilde çok ufak olacak şekilde kıyarak büyük bir tas içerisinde karıştıracağız. Salatanın sulu olması gerektiğinden bahsetmiştim. Limon suyu, nar ekşisi, tuz, nane ve kırmızı biberi en son katarak sulu hale gelene kadar yine karıştırmamız lazım. Eğer ki hala koyu ise, nar ekşisi ve limon suyunun dozunu artırabilirsiniz. Çünkü bu salatanın has lezzeti ekşimsi ve dilinizi damağınızı yakacak biçimde acı olmasından kaynaklanıyor.
Küçük kaselerde misafirlerinize ikram edebilirsiniz şimdi… AFİYET OLSUN…

11 Kasım 2012 Pazar

İlginç Gerçekler - Episode (1)

Günlük yaşantımız bildiğimizi sandığımız ama bilmediğimiz, doğru bildiğimizi düşündüğümüz bir çok mevzu ile dolu aslında... Gelin, biraz bunlara göz atalım hep birlikte...

Sabahları elma yemek kahve içmekten çok daha uyandırıcı etki yapıyormuş... Çoğumuz erken kalkıp işe geldiğimizden bir çoğumuza faydalı olabilir sanıyorum bu bilgi... 


Bir sivrisineğin vızıltısı, aslında saniyede 5oo defa kanat çırpmasından ötürü oluşmaktaymış.


Coca Cola... Her gün elimizin altında, müptelası olanlarımız bile var... İlk çıktığında renginin yeşil olduğunu ben de henüz yeni öğrendim.


Bayanlar bu size ithafen... Kadınlar, erkeklere nazaran birkaç misli daha fazla koku algılayabiliyorlar...


Edison ampulün mucididir. Elektrikler kesildiğinde adama her daim rahmet okurum "Allah Edison'dan razı olsun" diye... Bu icadını gerçekleştirmesinin altında yatan gerçek, onun karanlıktan epeyce bir korkmasıymış...


Bir insan hiçbir surette kendi dirseğini yalayamaz. Bunu çoğumuz belki duymuşuzdur. Ama asıl ilginci, insanların %90'ı "Bir insan hiçbir surette kendi dirseğini yalayamaz" gerçeğini duyunca yada okuyunca dirseklerini yalamaya çalışıyormuş :)


Yaşamımız boyunca 6 filin toplam ağırlığı kadar yiyecek tüketiyoruz.


Bayan arkadaşlarım, bu da muhtemelen sizin için... Evde yemek yapanlarınız vardır; soğan doğrarken sakız çiğnemeniz tavsiyemdir. Zira göz yaşarmasını önlüyormuş.


Beynimizin ortalama ağırlığını bilen var mı? Cevap şaşırtıcı... Ortalama olarak 1,3 KG...


Şaşırtıcı bir gerçek daha... Bir insan vücudundaki damarların toplam uzunluğu, dünyanın çevresini 2 kez dolaşabiliyor. Yani ortalama 80.000 KM...



8 Kasım 2012 Perşembe

Takvimdeki Hüzün...

O'nun yokluğu Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir kayıptır. Belki 1938'de değil de bir 10 yıl sonra, 1948'de ölmüş olsaydı bugün herşey çok daha başka olabilirdi kanısındayım...
 
 
 
 
1 Kasım 1938... TBMM’nin açılışına hastalığı yüzünden katılamadı Mustafa Kemal... 15 gün daha rahat günlerini yaşama olanağını veren amansız hastalık, tekrar normal seyrinden çıkarak yeni bir kriz geçirmesine neden oldu. İşte o gece Salih Bozok ile bir kuyuya düştüğünü, kendisinin kuyuda kaldığını ve Salih'in kurtulduğunu anlattığı rüyayı gördü. Mavi gözlerini açtığında herşey olduğundan daha bulanıktı. Artık kendisi de farkına varmaya başlamıştı. Ölüm böyle gelecekti kendisi için... Ardından korkulan son, büyük bir acıyla geldi. Büyük Komutan, Devlet Adamı, Devrimci ve Büyük İnsan, 10 Kasım 1938 Perşembe günü saat 09.05′te ölümlü yaşama veda etti. Bu kara haber Türk Milletini büyük bir yasa boğacaktı. Cumhuriyet en has evladını, kurtarıcısını yitirmişti.

16 Kasım 1938... Tabutu, Türk Bayrağıyla örtülü bir katafalk üzerinde Dolmabahçe Sarayı’nın tören salonuna getirildi ve halkın ziyaretine açıldı. Bütün İstanbul halkı büyük kurtarıcısına son görevi yapmak için Saraya koştu. Ben de o an orada olabilmeyi arzu ederdim.

19 Kasım 1938 Cumartesi sabahı... Dolmabahçe Sarayı Tören Salonunda cenaze namazı kılındı. Cenaze alayı, İstanbul halkının gözyaşları arasından geçerek Gülhane Parkı’na geldi. Tabut bir torpidoya alınarak Yavuz Zırhlısı’na nakledildi. İzmit’te özel bir trene konulan cenaze, yol boyunca Ata’larına son saygısını gösteren halkın yüreklerinde derin bir acı bırakarak 20 Kasım 1938 Pazar günü Ankara’ya götürüldü.

21 Kasım 1938... Hafif yağışlı bir pazartesi günü... Atatürk’ün tabutu Büyük Millet Meclisi önünde hazırlanan katafalka yerleştirildi. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, yabancı devletlerin yolladıkları askeri birlikler de dahil bütün Ankara halkı katafalkın önünden saygıyla eğilerek geçti. 12 milletvekili cenazeyi top arabasına yerleştirdi. 12 general top arabasının iki yanında nöbete durdu. Cenazeyi taşıyan top arabasının ardında en büyüğünden, en küçüğüne kadar bütün Türk Milleti vardı. Atatürk’e geçici kabir olarak ayrılan Etnografya Müzesi’ne götürüldü tabutu; hazırlanan mermer lahdine yerleştirildi büyük bir acı içinde...
 
10 Kasım 1953... Ölümünün 15. yıldönümünde Ata’nın naaşı Anıtkabir yapılıncaya dek on beş sene kaldığı müzeden ebedi istirahatgahı olan Anıtkabir’e nakledildi, yine milletinin katılımıyla...


 
 
 
 
 
O, Türk’ün Tarihi ve Kalbinde Ebediyen Yaşayacak. Ruhun Şad, Mekanın Her Dem Cennet Olsun Büyük Önder... Yüreğimiz Kemal Atatürk, Bedenimiz ANITKABİR...
 
 
 

6 Kasım 2012 Salı

Bugün Menüde Domates Çorbası Var...

Muamma olduğunu düşünüyordum, domates çorbası un ile mi yapılır yoksa un katılmaz mı diye… Ben farklı yapıyordum ama uyarı birinci ağızdan, kız arkadaşımdan gelince bloğumda paylaşmayı ve akşamında yapmayı tercih ettim bu kez…

 
4 kişilik bir domates çorbası için şu malzemeleri toparlamak gerekiyor.
 
- 2 domates
- 4 kaşık domates salçası
- 3 kaşık un
- 1 su bardağı süt (ki bu opsiyoneldir)
- 1 çay kaşığı karabiber ve tuz
- 2 kaşık margarin
- 1 kap rendelenmiş kaşar peyniri
- 1 küp et suyu (bulyon, opsiyonel elbet)
 

Nasıl yapacağıma gelince;
 
Öncelikle margarini tencerede eriteceğim. Köpürmeye başladığında, unu ve karabiberi ilave edip kavurmayı planlıyorum. Ardından salçayı da ekleyip iyice kavururum gibi görünüyor. Haricen rendelediğim domatesi de ekledikten sonra ılık suyu ilave edip mevcut karışımı çırpacağım. Top top olmamasına özen göstermek lazım; bunun için de elbette çorbanın başında bekleyeceksiniz. Koyu kıvama gelene kadar su ekleyip kaynayana kadar karıştırmaya devam… Kaynamaya başlayınca 1 bardak sütü ve 1 küp et suyunu da ilave edip 5-6 dakika pişirmek gerekiyor. En son olarak tuzunu da ekleyip ateşten indireceğiz artık…
 
Son işlem çorbayı servis eder etmez üzerine rendelenmiş kaşarı eklemek…

 
AFİYET OLSUN... demeden önce...

Sizce bu lezzeti yalnız tatmak mı, yoksa sevdiğinizle başbaşa yemek mi daha keyifli olurdu?

Kuvvetle muhtemel "mozaik pastayı nasıl yapıyorum" yazımdan sonra bu tip tarifleri blogumda paylaşmayı pek düşünmüyordum. Ta ki sevdiceğimle bu tarifler üzerine muhabbet edene kadar... Kendisi bu kadar cesaretlendirmeseydi sanıyorum tarif araştırması üzerinde çok durmaz, bildiğim kadarıyla yalnızken bunları uygulardım. Sonra baktım ki kendisi benden farklı olarak çorbasına un katıyor, onun yolundan gitmeye karar verdim ben de... Bazen bildiğiniz çizgilerin dışına taşıp aşkı takip etmeniz gerekir... Ben öyle yaptım; tarifime aşk kattım... 

Tohumlarımızın Nesli Tehlike Altında!

Binlerce yıllık tarım geleneğini barındıran Anadolu topraklarında yetişen yerli tohumlar yaşamın sürekliliğini temsil ediyor.

Atadan kalma tohumlarımız;

* Lezzetli ve sağlıklı gıdaların temini için birer genetik hazinedir
* Binlerce yıldır değişen koşullara uyum sağlayarak günümüze ulaşmayı başarmış numunelerdir
* Tarımsal biyoçeşitliliğin önemli bir parçası ve yaşamın sürdürülebilirliğinin olmazsa olmazıdır
* Dışarıya bağımlı kalmaksızın ülkemizin gıda güvenliğinin teminatıdır

Ancak bugün Anadolu’ya özgü yerel tohum çeşitliliğimiz yok oluyor. Tek seferlik, ticari tohumların egemenliği nedeniyle gıdamızın ve geleceğimizin güvencesi yerli tohumların nesli tehlike altında! Yeryüzünde zengin çeşitlilikteki yaşamı sürdürebilmek, atalık tohumlarımızı gelecek kuşaklara aktarmamıza bağlı.

TOHUM TAKAS AĞI, yüzyılların bilgisini taşıyan yerli tohumlarımızın korunup yaygınlaşmasını amaçlıyor.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği’nin, Adım Adım Oluşumu desteğiyle yürüttüğü TOHUM TAKAS AĞI KAMPANYASI’na destek olarak,

* Anadolu’nun dört bir yanındaki ekolojik çiftliklerde yerli tohumların çoğaltılarak paylaşılmasını sağlayacak;
* Bu toprakların yüzlerce yıllık bereketinin, lezzetinin, besin zenginliğinin ve kültürünün gelecek kuşaklara aktarılabilmesi için sağlam patikalar oluşturacaksınız.


www.bugday.org - www.yasasintohumlar.org
facebook.com/BugdayDernegi
twitter.com/BugdayDernegi
Twitter paylaşımlarınız için hashtag: #YasasinTohumlar

Bir bumads sosyal sorumluluk içeriğidir.

4 Kasım 2012 Pazar

Doksanlar...

Hayatımızda seksenler diye bir kavram var şu sıralar... TRT’nin epeyce izlenen dizisi “Seksenler'de” o dönemin nostaljik olay ve konuları hicvediliyor. Ama ben bloğumun bu köşesinde zaten dizide seyretmekte olduğunuz konulara değinmeyeceğim. Daha çok bugün, hepimizin daha da vakıf olduğu döneme, 90’lara götüreceğim sizi… Hatırladığımız, hatırlamakta zorlandığımız bazı belli başlı mevzular olacak bugün burada…

İzel - Çelik - Ercan vardı bir dönem… Çelik’in o kanepe örtüsü desenli kazakları yıllarca moda oldu. O kazaklar bol basen kot pantolonlarının içine sokulurdu; öyle giyilirdi.

Efsane Levi's 501 modası vardı. Bir alırdık, yıllarca giyerdik. Amerika’da yaşayan teyzemden her gelmesine yakın sipariş verir, kotumu getirmesini dört gözle beklerdim.
Mustafa Sandal da o yıllarda meşhur olmuştu; “Suç Bende” albümüyle müzik dünyasına adım atıvermişti. Kasetlerle dinlerdik şarkılarını sanatçıların... Tarkan, ondan da önce hepimizin hayatına girmişti elbette ki. Kare desenli sarı pantolonuyla ilk çıktığında şu anki şöhretini elde edeceğini hangimiz düşünebilirdik ki?




Hayatımızda gördüğümüz en lüks arabalar o dönemde Tofaş/Fiat ortak üretimi olan Tempra modelleriydi. Tipo’lar da vardı ve göstergeleri dijitaldi. Bindiğimizde hayretle göstergelerini incelerdik arkadaşlarla. Hatta bir arkadaşım Tipo almıştı da, amma sükse yapmıştı mahallede...





Tayfun vardı. “Hadi yine iyisin, kendine gel” isimli parçaları ve saksafonuyla ün yapmıştı. Garip, tiz bir sesi vardı. Kayahan’ın kızıyla evlendikten sonra ortadan kayboluverdi :P

Star TV yeni başlamıştı yayına… İlk özel televizyondu. Adı Star 1'di. Hatta bir ara adı “Inter Star” bile olmuştu. Kardeş kanalı vardı bir de : “Tele On”…
1993 yılında önce Uğur Mumcu’yu kaybettik. 17 Şubat’ta daha bir ay geçmeden dönemin Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’in şüpheli ölümü geldi. 8.Cumhurbaşkanı Turgut Özal da 1993 yılının Nisan ayında hayatını kaybetmişti.
Titanic filmi 1998 yılında vizyona girmişti ve sinemada yer bulamıyorduk ilk gösterime başladığında…
90’ların Türkiye açısından en önemli olaylarından biri de bölücübaşının yakalanmasıydı. 1999 yılının Şubat ayında yakalanıp Türk Bayrağının önünde elleri kelepçeli fotoğrafı çekildiğinde millet olarak "Sonunda bu iş bitti” deyivermiştik (!)

31 Ekim 2012 Çarşamba

Cumhuriyet Sevdalıları

29 Ekim Pazartesi… Saat 17.30… Caddebostan Suadiye Işıklar…

Geçtiğimiz yıl katılamadığım Cumhuriyet yürüyüşünün acısını çıkartmak için tam 1 yıl bekledim. Milli coşkunun bu yıl, geçtiğimiz yıllara nazaran çok daha fazla olacağını yürüyüşe katılanlar, hatta bundan hoşnut olmayanlar bile biliyordu. Hali hazırda Kurban bayramının tam da sonuna denk geliyor olması katılımın sadece Caddebostan’da değil, yürüyüş yapılacak olan diğer ilçelerde de yüksek olacağının bir habercisiydi kesinlikle…

Günün sabahında stüdyodaydım. Kız arkadaşım, ben henüz stüdyoda çalışmalara devam ederken an be an Ankara’da olanları aktarıyordu bana. Şahsi kanaatim Ankara’daki yürüyüş cumhuriyet sevdalıları olan bizler için onur verici olmasına rağmen, demokrasinin bütünlemeye kaldığı müdahalelere sahne oldu sanıyorum.


O akşam Fenerbahçe-Antalyaspor maçının olması da, kalabalıkların artacağını ve bu kutlamanın çok daha renkli geçeceğini gösteriyordu. Kaldı ki öyle de oldu. Biz henüz Caddebostan’a vardığımızda bir grup Fenerbahçe taraftarının “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” tezahüratlarıyla caddeden geçmesi bir Galatasaraylı olarak beni inanılmaz gururlandırdı. Sonuçta Galatasaraylısı, Fenerbahçelisi, Beşiktaşlısı, Trabzonsporlusu yoktu sadece caddede; tüm Kemal Atatürk sevdalıları tek yürek yürüyüşteydi. Kısacası her şey olması gerektiği gibiydi. Tüm cadde al bayraklarla kırmızıya boyanmıştı adeta… Aşırıya kaçılmadı; Cumhuriyet bayramı tam bir bayram havasında kutlandı.
 
Kortej, motorsikletlileri takiben ciplerin caddeyi boylamasına turlamasıyla başlamıştı. Hemen arkalarında CHP otobüsü çeşitli ışık gösterileriyle ilerlemekteydi. Elbette ki bir de BİZ’ler, kalplerinde Cumhuriyet ve Mustafa Kemal sevgisini taşıyanlar, bayram akşamının kırmızı beyaz ışıkları gibiydik. Her yerde Atatürk’ü görebilmek, hissedebilmek sanıyorum böyle bir şey olsa gerek… Öldüğü halde, görmediğimiz halde bir insana karşı duyulan sevgi ve bağlılık görülmeye değerdi hiç şüphesiz… İnsanın gözyaşlarını tutması, tüylerinin diken diken olmaması mümkün değildi.

Facebook sayfamda da paylaşmıştım; şunu bir kez daha ifade etmekte yarar görüyorum: Hiçbir millet, kurtuluşunu ve kuruluşunu bu kadar büyük bir coşkuyla, “gerçek liderine” bu kadar büyük bir sevgiyle kutlayamazdı. Bu özellik, Allah’ın Yüce Türk Milletine bahşettiği Mustafa Kemal Atatürk’ün evlatlarına; bizlere nasip olabilirdi sadece… Öyle de oldu.

22 Ekim 2012 Pazartesi

"Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir."

Türk ulusu için en büyük bayram bugündür, 29 Ekim... Kendini bilen genç nesil için bugünün anlamı oldukça önemlidir. Bu tarih, bir dönemin sonu, diğerinin başlangıcıdır. Süreci bilmenin, bilmediklerimizi ise öğrenmenin hepimizin görevi olduğunu düşünüyorum.

Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı hükümeti tarafından, bölgede düzeni sağlaması için yine Osmanlı Devleti'nin bir gemisi ile 19 Mayıs 1919'da Samsun'a gönderildi. Ülkenin çoğu ilinde kongreler düzenledi. "Tek bir egemenlik var, o da Milli egemenliktir. Ülkeyi, yine ulusun kendi gücü kurtaracaktır." ilkesiyle, yurdun her tarafından gelen milletvekilleri 23 Nisan 1920 günü Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nde toplandı. Meclis, Mustafa Kemal Paşa'yı "Meclis Başkanı" olarak seçti. Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde Büyük Millet Meclisi, Türk Kurtuluş Savaşı'nı başlattı. Halk ve düzenli ordular düşmana karşı savaş verdiler, omuz omuza mücadele ettiler.




Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanmasını takiben 1 Kasım 1922'de TBMM saltanatı lağvetti. Padişah Vahdettin yurdu terk etti...

24 Temmuz 1923 tarihinde, İsviçre'nin Lozan şehrinde, Lozan Üniversitesi'nde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileri ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, SSCB ve Yugoslavya temsilcileri tarafından Lozan Barış Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile yeni bir devletin temelleri atıldı. Fakat o tarihlerde, devletin yönetim biçimi henüz belirlenmemişti.

Mustafa Kemal Paşa, ihanetini bildiği halde, henüz zamanı olmadığı için Padişah'ı hedef almadı. Genç subaylık yıllarından beri inandığı ve Erzurum'da Mazhar Müfit'e not ettirdiği "Cumhuriyet" inancını "Ulusal bir sır" olarak sakladı. Kurtuluş Savaşı içinde "Cumhuriyetçi" bir düşünceyi ortaya atmak, iç parçalanmaya yol açacağı için bu yola gitmedi. Hatta Sivas Kongresi sırasında "Cumhuriyet" ilan edelim önerilerini red bile etmişti. Bu dikkate değerdir. Fakat Kurtuluş Savaşı'nın Başkomutanı, Türk Ulusunun kurtarıcısı Mustafa Kemal, Türkiye'nin siyasal yapısını değiştirmenin ilk adımını Saltanat'ın kaldırılmasını sağlamakla attı. Saltanat'ın kaldırılışına en yakın arkadaşları bile karşı çıkmışlardı. Meclis'te tutucu kanat direndiyse de, Mustafa Kemal Paşa'nın kararlı ve sert tutumu sonucu Saltanat'ın kaldırılışı sağlandı. Fakat onun bu sert tutumu endişe doğurdu. Bunun bir başlangıç olduğunu görenler çeşitli yöntemlerle Mustafa Kemal Paşa'yı engellemeye çalıştılar.
 


2 Aralık 1922... Yer, T.B.M.M... Meclis'e muhalif grup tarafından bir öneri verildi. "İntihab-ı Mebusan Kanunu"nda değişiklik yapılmasını isteyen bu önergede "Büyük Millet Meclisi'ne üye seçilmek için Türkiye'nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak ve seçim çevresine yeni gelenlerin ise en az beş yıl oturmuş olmaları" gerektiği kanun hükmü haline getirilmek isteniyordu. Mustafa Kemal Paşa'yı milletvekili seçilmekten yoksun bırakmak isteyen bu önerge üzerine, kendisi kürsüye çıktı ve doğumyerinin Türkiye'nin sınırları dışında kaldığını ve bir yerde beş yıl oturmadığını belirtti. Oturamazdı da, zira düşmanlara karşı savaşmaktaydı, vatanı düşman elinden kurtarma derdinde o cepheden o cepheye savrulup durmuştu uzun yıllar... Sonra da önerge sahiplerine, ulusun sevgisini kazanmış bir insan olmasına rağmen kendisini yurttaşlık haklarından yoksun bırakmakılmak istenme nedenini ve bu yetkiyi kimden aldıklarını sordu. Önerge elbette ki red edildi.


İkinci Meclis, toplandıktan sonra Lozan'ı onayladı. Artık sorun Türkiye'nin rejiminin belirlenmesiydi. Mustafa Kemal 22 Eylül 1923'de "Neue Treie Presse" adlı bir Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan 1920'de kurulan sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip, yapılacak işin yalnızca isim koymak olduğunu söyledi. İkinci dönem Büyük Millet Meclisi, 11 Ağustos 1923'te ilk toplantısını yaptı. 13 Ekim 1923'te Ankara başkent ilan edildi. Atatürk; egemenliğin ulusa dayandığı bir sistem olan cumhuriyet yönetiminin ilanı için hazırlıklarını hızlandırdı elbette... 28 Ekim 1923 akşamı yakın arkadaşlarını Çankaya'da yemeğe çağırdı. Onlara, "Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz." dedi.
 


29 Ekim 1923 günü Atatürk, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan "Cumhuriyet" önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne verdi. Meclis önergeyi kabul etti. Böylece, Türkiye devletinin yönetim biçimi "Cumhuriyet" olarak, adı "Türkiye Cumhuriyeti Devleti" olarak belirlendi ve Atatürk, kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk "Cumhurbaşkanı" oldu. Cumhuriyetin ilanı, yüzyıllarca saltanat egemenliği altında yaşayan milletin iradesini özgürleştirmesi anlamında tüm yurtta sevinç ve coşku ile karşılandı.



NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE...  TANRI TÜRK'Ü KORUSUN...

21 Ekim 2012 Pazar

Harem'de İktidar Hırsı ve Aşk... Hürrem...

O, Harem dünyasına adım attığı o günlerde, Ukraynalı bir papazın üç kızından en küçüğüydü. Son zamanlardaki süksesiyle blogumda paylaşmak adına benim için de ilginç bir karakter olduğunu göstermiş oldu.


Roxelane'in aslında güzel bir kız olduğu söylenemezdi. Hayatının hiçbir döneminde de klasik anlamda güzel olmadı. Çok daha sonraları tarihçiler onu 'alımlı' olarak tarif edeceklerdi sadece... Ama tarihe; çirkinliği ya da güzelliği ile değil, Osmanlı'nın en güçlü kadını, "Hürrem Sultan" olarak geçecekti.
 
 
Roxelane, hareme alınıp eğitim görmeye başladığı zaman henüz 15-16 yaşlarındaydı. Ama bu genç kız haremin hiçbir kuralına uymuyor, asi ruhunu kimse bastıramıyordu. Eğitimini aksatmıyordu ama yaptığı çılgınlıklar yüzünden haremağası sonunda onu haremden kovdu!... Ama bir cariyenin saraydan atılmasını talep etmek için Süleyman'ın huzuruna çıkması şarttı. Ve böylece bu çılgın kız kendini padişahının ayakları önünde buluverdi. Zaten Sultan Süleyman da bu kızı çok merak etmekteydi.
 
 
Kanuni ve Hürrem'in karşılaşması kuşkusuz koca bir imparatorluğun kaderini etkileyecekti. Huzuruna getirilen genç cariye, Kanuni'yi ilk anda etkiledi. Dans sahnesini hepimiz iyi kötü hatırlamaktayız. Roxelane, "Haremde kalıp herkese hizmet etmek yerine padişahın ayakları dibine oturup o'na hizmet etmeyi hayal ettiğini" anlatmaya başladı. Öylesine tatlı, rahat ve kendinden emin konuşuyordu ki Süleyman onu bir saate yakın dinledi. Daha sonra genç kızı elinden tutarak sevgiyle yanına oturttu ve hayatı boyunca dönmeyeceği bir söz verdi:
 
 
"Bundan böyle senin adın can yakıp yürek tutuştururcasına gülen anlamında Hürrem olsun. Sen artık can yoldaşım, gönül ortağımsım, mutluluğumu da, dertlerimi de, sıkıntılarımı da paylaşan olacaksın.

Tarihin bu sayfasını araştırırken sultanın Hürrem'e söylediği şu söz epey ilgimi çekmişti : "İçimde hep hissettiğim, ama adını koyamadığım hasret meğersem ki senmişsin."

Ve o andan itibaren Hürrem, Kanuni'nin önce gözdesi, sonra da sultanı oldu.


Hürrem Sultan saraya geldiğinde Kanuni'nin Mahidevran isimli bir başka cariyesinden Mustafa isimli bir oğlu vardı. Mustafa, zamanla çok sevilen bir şehzade haline geldi. Mustafa'nın, Kanuni'den sonra padişah olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Bu da Mahidevran Sultan'ın, haliyle Valide Sultan olacağı anlamına geliyordu. Ama Kanuni'nin ayaklarının dibine oturup yumuşak sesle konuşan Hürrem'in hırslarının ne boyutlara varabileceğini kimse hesap edemezdi.
 
Hürrem, sessiz ve derinden bir mücadeleye başladı. Rakiplerini ortadan kaldırıp kendi çocuklarını tahta çıkarmak için attığı adımları kimse durduramayacaktı. Bu arada kızı Mihrimâh dünyaya geldi. Ama yine aynı günlerde Kanuni'nin bir başka cariyeden Murat adı verilen bir şehzadesi daha olacaktı. Mustafa ve Murat'ın yaşaması demek Hürrem'in çocuklarının hiç birinin tahta çıkamayacağı anlamına geliyordu. Özellikle Şehzade Mustafa saray büyükleri tarafından çok sayılıp seviliyordu. Oysa Hürrem bir örümcek titizliği ile örmüştü ağlarını. Ama bir engel vardı önünde; Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa.

İbrahim Paşa Parga'lı bir köleyken, Kanuni'nin gözüne girmeyi başarmış, sadrazamlığa kadar yükselmiş, üstelik padişahın kız kardeşi ile evlenmişti... İbrahim Paşa, Kanuni Süleyman'a ve oğlu Mustafa'ya gönülden bağlıydı. Ve gözü, hiç sevmediği Hürrem'in üzerindeydi. Kısaca zor bir hedefti İbrahim... İşte bu gözler üzerinde olduğu sürece hiç bir şey yapamayacağını anlayan Hürrem, hemen ilk sıraya sadrazam Pargalı'yı aldı. Ama acele etmemeliydi. Her şeyin bir zamanı vardı.

Bu arada Hürrem Sultan gerçek anlamda Kanuni'nin baş danışmanı olarak çalışıyordu. Padişah onsuz hiçbir karar almazdı. Devlet yönetiminde etkili olan Hürrem, o günlerde Doğuda sürekli problemler çıkaran İranlılarla savaşı destekledi ve sonuçtaki galibiyette onun da imzası oldu. Devlet işlerindeki bu becerisi, imparatorluğa en parlak günlerini yaşatacaktı. Diğer yanda Ruslar ve Lehlerle yani Polonya kökenlilerle barış içinde yaşanılmasını sağladı.

Kızı Mihrimah'ın yanı sıra padişaha üst üste dört şehzade daha doğurdu Hürrem; Abdullah, Selim, Bayezid ve Cihangir... Artık kendisini Pargalı İbrahim Paşa ile baş edebilecek güçte hissediyordu, planını uygulamaya koyabilirdi. İmparatorluk sınırlarını genişletmekten, devleti zenginleştirmekten başka düşüncesi olmayan Sultan Süleyman ise hep seferlerdeydi. Hürrem Sultan bu yüzden ona özel ulaklarıyla mektup üzerine mektup gönderiyordu. Bunlar aşk mektupları olduğu kadar 'iş' mektuplarıydı da... İşte bu mektuplardan birinde, kendisine her zaman inanmaya hazır olan Süleyman'ı, Pargalı'nın sultanlığını ilan etmeye hazırlandığına ikna etti. Karısına inanan padişah, Pargalı'yı boğdurarak öldürttü.
 
 
Hürrem hiç bir zaman tek bir hedef üzerine yoğunlaşmadı. Saltanatı tam olarak elinde tutmak için kızı Mihrimah Sultanı da, Rüstem Paşa ile evlendirdi ve damadını hemen sadrazam yaptı. Bu sezonun bölümlerinde ufak ufak bunlara da giriyor yapımcılar zaten... O günlerde Mihrimah Sultana aşık olan bir başka isim daha vardı ama onun bu karanlık entrikalar arasında hiç şansı yoktu. Kim mi bu adam... Çoğumuz bilmez ama Mimar Sinan... Ama Mihrimah ile hiçbir zaman evlenemedi. Adı tarihe, dünyanın en büyük mimarı ve sanatçılarından biri olarak geçti. Bu karşılıksız aşkın buruk öyküsüne başka bir çalışmamda değineceğim.  Hürrem'in tarifi mümkün olmayan hırsının sonucu olarak Kanuni'ye kendi öz oğlunu, Mustafa'yı nasıl öldürttüğünü de ben anlatmayayım; yakın bölümlerde inceden inceden bunları da göreceğiz.


 


Devrim niteliğindeki DeFi Protokolü IPOR 22 Mart 2023'te Bitget'te listelenecek

  Bitget, geleneksel finans oyuncuları için IPOR pratik çözümü ile DeFi ve TradFi arasındaki boşluğu dolduracak Victoria, Seyşeller, 20 ...