26 Ağustos 2012 Pazar

Mizahi İncelikler

Hayatın içerisinde sürekli rastlaştığımız, farkında olmadığımız ama üzerine düşündüğümüzde "Vay arkadaş, hakikaten böyleymiş" dediğimiz sayısız detay var. Gelin biraz bakalım, aralarında sizin başınıza gelen var mı, aynısının tıpkısını yaşadınız mı bir irdeleyelim...


 
 
Yakın geçmişte bilimadamları, ömrümüzün 1/3'ünü uykuda geçirdiğimizi ortaya atmışlardı. Geçtiğimiz bayram Çınarcık'ta dedemi ziyaret ettiğimde kendisine bu soruyu sordum; "sen ne dersin bu işe dedem?" dedim :) 93 yaşındaki adamın bana verdiği cevap, bana ilginç, ilginç olduğu kadar da mizahi geldi : "Doksanüç yaşındayım; dediğine göre 31 yılı uykuda geçse, 62 yıl yaşamışım... !!" allah uzun ömürler versin dede, yuttun beni :)
 
Bayan arkadaşlarım bu konuda çok daha iyi derecede bilgilidir aslında... Biz erkekler genelde saç kestirmeye gittiğimizde işimiz en fazla yarım saat sürer ama bayanlarda durum daha farklıdır :) Konu, zamandan ziyade beceriye ilişkin... Tanıdığım yada gördüğüm yada arkadaşlarımın tasvirleriyle kurguladığım bayan kuaförleri genelde kötü giyinimli, dövmeli, saçı başı dağınık aykırı tipler olabiliyor. "Saçı az keseceğim abla sen merak etme" diyerek deliler gibi kestiklerine, kısalttıklarına da çoğu zaman şahit olmuşluğum vardır. Şikayete maruz kalsa da bayan dostlarım hala aynı kuaförlere gitmekte ısrarcı oluyor :)
 
Bir insan, neden annesine kendi doğumunun saatini sorabilir ki ? Bunu çoğumuz yapmışızdır kesin... Astrolojik bulguların insanlararası ilişkileri etkilediğine kesinlikle inanırım ama bununla birlikte geçmiş nesillerin bu sorulara verdikleri tepkiler benim daha çok garibime gidiyor. "Neden soruyorsun, kim öğrenmek istiyor, değiştirebilecek misin ki sanki, sanırım 4 ama 5 de olabilir (hangisi anneeee)... ??"
 
Bazı insanlarda kesinlikle yiğitliğe ... sürdürmemeye yönelik davranış karakteristikleri vardır. Bunlara kimisi eksiklik der, kimisi bozukluk der, ben karakteristik diyorum çünkü hayatın rengi olduklarını düşünmeye başladım. Hayatımızın çoğunu stres altında geçirdiğimizi hesaba katarsak, bu tarz insanların yaklaşımları stresten çok mizahi yönümüzü kaşıyıp tebessüme neden olabiliyor. Öyle ki, "Soruya şöylecene bir baktım, okumadım bile, sonra bırak allahını seversen dedim bastım çıktım!" diyen güzel insana arkadaşı şunu diyebiliyor : "Okulda da boş kağıdı verince aynı şeyi söylüyordun, bilgi yarışmasına katılıp ilk soruda elendin, mal mısın evladım??" :)
 
İlkokulda, ortaokulda gıcık gelen tipler vardı. Öğretmen ev ödevi verir, ertesi gün kontrol edeceğini söyleyerek bizleri bir anlamda kontrol altında tutardı. Kimi yapar, kimi yatar, kimi harıl harıl çalışırdı hakikaten... Ertesi gün hepimiz ders başladığında gözümüzü öğretmenden ayırmazdık, korku salardı içimize "hangimize soracak" diye... Sonra önlerden bir ses gelirdi : "Öğretmenimmm... Ödevlerimizi kontrol edecektiniz?" ... Yapma işte, yapma be yaren :-/
 
Trafikte, yolda yürürken vs. çoğu zaman onlarla karşılaşıyoruz. Bazısı uğraşmıyor, bazısı da sticker gibi yapışıyor. Dilencilerden bahsediyorum; sadece onlar olsa yine iyi, Kadıköy'de Taksim'de hatta Caddebostan sahilde 1TL ve üzeri dilenen (dikkat edin, 50Kr değil), çiçeği zorla elinize tutuşturan çiçekçilerden de bahsediyorum aynı anda... Bizler her pazartesi "puff bu hafta biter mi" diyoruz da, acaba dilencilik sektörünün bu yapışkan personelleri de bizler gibi aynı soruyu soruyorlar mıdır diye aklımdan geçmedi değil hani...

Son olarak;
 
Kediler için kumun anlamı farklıdır, bizler için daha farklı... İçgüdüsel olarak, kuma pislemeyi davranış edinmiştir kediler... Bizlerse güneşlenmek için kum mekan arar dururuz. Bu bir yana, kediler sudan da nefret ederler. Daha şu ana kadar kedisini yıkayabilen bir arkadaşımı hatırlamıyorum. Bu hayvanlar temizliklerinden  kendileri sorumlular ya, ondan olsa gerek :) Neyse... Bugüne kadar kedilere dair çok acayip, o kadar ilginç ve komik birçok video izledim. Belgeselleri takip ettim. Dilleri olsa; "Dostum ya şu insanları anlamak zor, bütün gün tuvalette yatarak güneşleniyorlar, o da yetmiyor, üstüne suya giriyorlar suya!!" derler miydi... ?? :) 
 
 
 
 
 
 

24 Ağustos 2012 Cuma

Onuncu Köyün Peşinde...

Zamanın çok ötesinde bir mevzudur yalan; üzerine şarkılar yazılan, yazdıran, kendinden konuşturan bir mevzudur. Ta küçükken başlar yalanlar, önce ebeveynlerimiz bizi kandırır : “Seni leylekler getirdi yavrum, yaramazlık yaparsan seni polise bekçiye veririm” gibilerinden… Pek kalmadı gerçi bu zırvalıklar, artık herkes neyin ne olduğunu biliyor. 8 yaşında bir çocuğu çeviriyorum yolda, ufaklık dereye sulu götürüp susuz getiriyor beni... 


Sonra bir bakıyoruz, istediklerimizi elde etmek adına ufak çaplı yalanlara başvuruyoruz. Diyorum işte, önce ufaktan başlıyoruz. Bir yerlere gideceksek arkadaşlarımızla, ilk başvurduğumuz yalan “Arkadaşıma ders çalışmaya gidiyorum, onlarda kalacağım” oluyor. Öğretmen sözlüye kaldırdığında sorduğu soruları bilemezsek “Hocam çalışamadım, elektrikler kesikti” (klasiktir). Biriyle kavgaya tutuştuğunda okulda, “Hocam önce o başlattı” (Halbuki ilk tekmeyi yumruğu sen atmışsındır). Sene sonu karnende düşük not gelip de ailen sana nedenini sorduğunda “Ama anne, sınıfta herkesin notu düşük bu derste…” Sonra yetişkinlik dönemi gelir, bu kez yalanların rengi de boyutu da değişir. Değişiyor da… Yine istediklerini elde etmek adına düşünürsün, yalan söylemek senin için çok zararlı değildir gibi görünür. Ama ilerleyen dönemlerde bunun sıkıntısını yaşarsın; gerçekler ufak ufak ortaya çıktığı gibi, söylenen yalanlar da gerçek yüzünü gösterir. Rencide eder insanı…

İki boyutlu olduğunu söylüyorlar yalanın... Birincisi yalan söylenen kişiyi üzmemek, kırmamak hatta küskünleri barıştırmak adına kullanılan yalanlardır. Pembe yalanlar diyoruz bunlara... Bir de insana doğrudan zararı dokunan, kırıcı, aldatmaya yönelik yalanlar vardır ki bazen bunların kötü sonuçlar doğurmasını ne engelleyebilirsiniz ne de geriye döndürebilirsiniz. Ok yaydan çıkmıştır bir kere... 

Bir de gerçekler vardır; gerçekleri dibine kadar kullanır insan; bunları da "Doğrucu Mahmut" olarak nitelendiriyoruz. "Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar" atasözünün tanımladığı bir konudur zaten bu. Hayatı boyunca doğru da söylemiş olsa, bazen öyle anlar vardır ki kendini karşı tarafa inandıramaz, ispat dahi edemez. Ama aslında sürekli onuncu köyün peşindedir. Bilir ki, doğrular er geç ortaya çıkacaktır. Halbuki gerçekler apaçık ortadadır, gün be gün... Ama olan oldu mu, ölen öldü mü, biten bitti mi, doğruyu dağdan aşırıp getirse dahi faydasını sağlayamaz Mahmut... Bir de söylediği doğruların "yalan" olduğu düşünülüyorsa... İşte o zaman vay Mahmut'un haline...


17 Ağustos 2012 Cuma

Vazgeçilmez Lezzet Çorba

ben çorba severim Kim acıktığı zaman dumanı üzerinde tüten bir tas çorbaya hayır diyebilir ki? Üşüyünce, geniş sofralarda buluşunca, hafif bir şeyler yemek isteyince, hastalanınca yardımımıza koşan çorba, Türk mutfağının vazgeçilmez lezzetlerinden biri. Üstelik, hafif ve doyurucu yapısı sayesinde üç öğünde de zengin çeşitleriyle sofralarda yerini alıyor.

Çorba kelimesinin kökeninin ise Farsça "tuzlu haşlama" anlamında kullanılan "shorba"dan geldiğini biliyor muydunuz?

İyi beslenme anlamına gelen Sû ve Pô kelimelerinden türeyen çorba kelimesinin kökeni Sanskritçe'ye kadar dayanıyor.

Çorba: 10 bin yıldır tüketilen bir besin!

Yaklaşık 10 bin yıl öncesinde bile çorba hazırlandığını ve içildiğini gösteren kayıtlar mevcut. Et ve sebzeyle birlikte pişirildiğinde, malzemelerinin sahip olduğu besin değerlerinin bütünlüğünü taşıyan çorba, o tarihlerden günümüze kadar sofraların en değerli besinlerinden biri olarak kabul ediliyor.

Türk Mutfağı'nın da yıldızı

Dünyanın sayılı mutfaklarından birine sahip Türkiye ise çok zengin bir çorba kültürüne sahip... Mutfaklardaki altın standardın temsilcisi ev yapımı çorbaların yanında, klasik ve yöresel pek çok çeşidiyle hazır çorbalar tüketicilere mutfakta saatler harcatmadan, ailelerinin seveceği lezzetli ve değişik tarifler sunuyor.

Hazır çorbalar, her geçen gün tüketicilerden gelen talepler doğrultusunda geliştirilirken, geniş ürün yelpazesiyle tüketicilerin hijyenik koşullarda taze ve kaliteli malzemeler kullanılarak hazırlanan birbirinden farklı lezzetleri güvenle tüketmelerini sağlıyor.

Tarhanaya Dünyanın İlk Hazır Çorbası demek mübalağa sayılmaz…

Çorbayı oluşturan malzemelerin başında gelen yoğurdun çorba kültürüne kattığı en büyük eser, kuşkusuz tarhanadır. Bir zamanlar göçebe atalarımızın hazır yemeği olan tarhana, hala her zaman ve her yerde çabucak lezzetli bir yiyeceğe dönüşebilecek, taşınması ve saklanması en kolay ve muhteşem üründür.

Tıpkı tarhana gibi, hazır çorbalar da mevsiminde toplanan ve özenle seçilen sebze ve baharatların yüzyıllardır uygulanan, tamamıyla doğal bir koruma yöntemi olan kurutma işlemine tabi tutulması ve harmanlanmasıyla üretiliyor.

Yazın da çorba içilir

Çorba denilince çoğumuzun aklına dumanı tüten sıcacık bir tabak gelse de, Anadolu ve Türk mutfak kültüründe soğuk çorbaların da ayrı bir yeri vardır. Özellikle soğuk ayran kullanılarak
yapılan çorbalar, serinletici özellikleriyle yaz günlerinin hafif ama keyifli yiyeceklerine dönüşüyor. Bu tür çorbaların en başında Sivas'ta yapılan bulgurlu pazılı soğuk çorba ile buğday ve ayranla yapılan soğuk çorba yani ayran aşı çorbası geliyor. Sivas'ta pazı katılan soğuk çorbanın diğer bölgelerdeki yöresel çeşitlerine sarımsak ve nane gibi baharatlar eşlik ederken, kimi bölgelerde ise salatalık gibi yaz sebzeleri eklenebiliyor.

Siz de bir çorba severseniz lezzet dolu çorba dünyasını keşfetmek için www.bencorbaseverim.com adresini ziyaret edin…

Bir bumads advertorial içeriğidir.

16 Ağustos 2012 Perşembe

Bugün Bayram...

Malum, önümüz bayram... Bu sıcaklarda nasıl dayanacağız nasıl tutacağız derken bir ramazanı daha geride bıraktık... Hey Güzel Allahım... :) Bugünden sizlerle paylaşmak istedim ben de; henüz bugün 29.günü olsa da :)

Ramazan Bayramı, islam aleminde, oruç tutma ayı olan Ramazan'ın ardından üç gün boyunca kutlanan dini bayramlarımızdan biri... Bayramdan bir önceki gün, Ramazan ayının son günü olan arife olarak biliniyor. Hicri takvim, bir ay takvimi olduğu için yıllar güneşi temel alan miladi takvimden 11-12 gün kısadır. İşte bu yüzdendir ki Ramazan Bayramı her sene bir önceki seneden 11-12 gün daha erken kutlanır. Yaklaşık olarak her 33 ile 36 senede bir Ramazan ayı ve onu takip eden Ramazan Bayramı aynı günlere denk gelir.




Arapça kökenli bir sözcük Ramazan; anlamı da "Ramaza" yani çok sıcak olma kökünden geliyor. Bunun nedeni, muhtemelen oruç ibadeti ilk uygulanmaya başlandığında yaz aylarına tekabül ediyor olması...  Ramazan Bayramı, Hicret'in ikinci yılından sonra kutlanmaya başlanmış. Bu bayramda yapılması gereken tüm törenler ve ibadetler peygamber efendimiz tarafından bizzat düzenlenmiş.

Ramazan Bayramı, Ramazan ayı boyunca tutulması farz kılınan orucun da sonunu ifade ediyor. Bir ay boyunca nefsiyle amansız bir savaş veren müslümanlar için  tam manasıyla bir bayramdır gerçekten de bu 3 gün... Ramazan Bayramı'nın ilk günü Şevval ayının birinci günü olarak kabul görmektedir. Dolayısıyla o gün oruç tutulması haramdır. Çünkü mideler için ziyafet zamanıdır artık... :) Ayrıca müslümanlar zekat görevini bu bayramda yerine getirirler.

Ramazan Bayramı'nın ilk gününde camilerde bayram namazı kılıyoruz. Bayram boyunca eş, dost, akraba ziyaretleriyle birbirimizin bayramını kutluyoruz. Bu ziyaretler esnasında genellikle kolonya, tatlı ve şekerlemeler ikram ediyoruz misafirlerimize... Bayramda bakımlı ve temiz olmak adettendir derler. Herkes en yeni kıyafetlerini giyiyor. Ramazan bayramında çocuklara ailelerin bütçesi elverdiğince yeni kıyafetler alınıyor. Bazı büyükler ellerini öpen çocuklara hediye veya harçlık veriyorlar. Çocuklar ufak gruplar halinde kapı kapı dolaşarak şekerleme topluyorlar. (..mış!!)

Ama artık hiçbirşey eskisi gibi değil; mendiller içinde gıcır gıcır banknotlar verilmiyor çocuklara... Hatırlarım, 7-8 yaşlarındayken anneannem olsun, dedem olsun desenli mendiller içerisinde bana üzerinde Fatih Sultan Mehmet'in bulunduğu 1000 TL'lik banknotlardan verirlerdi. Akşama kadar kimbilir kaç kere sayardım o parayı... Şimdilerde küçükler büyüklerinin ellerini bile öpmüyor. En basitinden bayram, kelime anlamından çıkıp mantalite olarak "tatil" ile eş anlamlı kabul edilmekte... Bayramdan bir hafta öncesini yada arifeyi bayram ile bağlayarak uzak yada yakın, bir yerlere kaçma çabasındayız toplum olarak... Hem kızıyor hem hak veriyorum. Kızıyorum; çünkü koptuk artık geleneklerimizden, büyüklerimizi ziyaret etmektense güneş altında yatmayı tercih ediyoruz. Ama unutuyoruz, biz de yaşlanacağız, torunlarımız çocuklarımız ziyarete gelmediğinde, bugün büyüklerimize ne hissettiriyorsak o gün onları hissedeceğiz.
Güneşlenmek Dişlere de İyi Geliyor
Hak veriyorum; çünkü hepimiz iyi kötü iş sahibi olduğumuzdan zamanımızın büyük kısmını çalışarak geçiriyoruz ve dinlenmek de hakkımız... Bilemiyorum, en güzeli "ne şiş yansın ne kebap" misali, sabah büyüklerin ziyaretini tamamlar tamamlamaz dinlenebilmek adına bir yerlere kaçmak sanırım...

Tutulan oruçları, edilen duaları kabul etsin Yaradan...


ŞEKER BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN...



13 Ağustos 2012 Pazartesi

1000 Aydan Hayırlı Gece...


Bu gece Kadir Gecesi... Bu bölümde, bin aydan daha hayırlı olduğu buyurulan ve inanılan kadir gecesi üzerine çeşitli bilgilere ulaşabileceksiniz.

Kitabımız Kur’an’da adı geçen tek ay Ramazan ayı; tek gece de Kadir Gecesidir. 
O gece gerçekleşecek olaylarsa indirilmiş Kadr suresinin sonunda şöyle ifade ediliyor: "O gecede melekler ve Cebrail, Rablerinin izniyle her iş için arka arkaya iner. O gece, tan yerinin aydınlanmasına kadar büyük bir selamettir."

Kadir Gecesinin en önemli özelliği, cin ve insanlara iki alem mutluluğu veren kitabımız Kur’an-ı Kerimin bu gecede dünyamıza indirilmiş olmasıdır. Bu geceyi dua ve ibadetle geçiren kişi, ancak 80 sene gibi uzun bir ömürde kazanabileceği sevabı bir gecede elde etme şansını yakalar; inanış bu yöndedir.

"1000 aydan hayırlıdır" denmesinin nedeni...

"Bin ay" 83 sene 4 aylık bir süreye denk geliyor. Bu da bir insan için ortalama bir yaşam süresi demek... Bir rivayete göre Peygamber efendimiz sahabelerine, İsrailoğullarından dört kişinin 80 sene boyunca hiç günah işlemeden ibadet ettiklerini anlatmış. Sahabeler bunu hayretle karşılamışlar. Cebrail gelip "Ya Muhammed, ümmetin o birkaç kişinin 80 sene ibadetine hayrete düştüler. Allah sana ondan daha hayırlısını indirmiştir" diyerek Kadir Suresini okumuş.

Diğer bir rivayette ise Peygamber efendimize bütün ümmetlerin ömürleri gösterilmiş. Kendi ümmetinin ömrünü kısa görünce, ömrü uzun olan ümmetlerin amellerini düşünmüş. Kendi ümmetinin bu kısa ömürlerinde yaptıkları amellerle onlara ulaşamayacakları endişesi içinde üzülmüş. Yüce Allah da elçisine, bu üzüntüsü üstüne Kadir Gecesini vererek elçisinin ümmetinin bir gecesini diğer ümmetlerin 1000 yılından daha hayırlı kılmış.

“Kadir” kelimesinde “tazyik” manası olduğunu öğrendim. Buna göre kadir gecesinde yeryüzüne o kadar çok melek inermiş ki, dünya onlara dar gelirmiş. Kur’an-ı Kerimi Peygamber efendimize vahiy yoluyla getiren Cebrail başta olmak üzere tüm melekler yeryüzüne inerek bu gecedeki ilahi ortamı şenlendirirlermiş. İnananların etrafını kuşatarak onlara Yüce Allah'ın bağış ve rahmetini müjdelermiş melekler... Hatta bir hadiste, "O gece yeryüzüne inen meleklerin sayısı çakıl taşlarının sayısından çok daha fazladır" buyuruluyor.

Bunun için inananlar için bu geceyi mümkün olduğunca değerlendirmek önemlidir. Dua ve ibadetle geçirilmesinde büyük sevap olduğu belirtiliyor. Kadir Gecesini değerlendirmek adına namaz kılınırmış; dua edilmesi de tavsiye edilirmiş çünkü bu kutsal gecede Yüce Allah kimselerin dualarını karşılıksız bırakmazmış.

Kadir Gecesinin Ramazan’ın hangi gecesine rastladığı hususunda da pek çok rivayet olmakla birlikte, Ramazan’ın son 10 gününde aranması gerektiği ifade ediliyor. Bazı hadislerden de 27.gecesine denk geldiği anlaşılıyor. Bu hala bir muamma tabi... "Onu yirmi yedinci gecede arayınız" şeklinde bir hadis zaten mevcut...

Hazret-i Ayşe bir kadir gecesinde Peygamberimize şunu sormuş : "Ya Resulallah, Kadir Gecesinde nasıl dua edeyim?" Peygamber efendimizin cevabı "Allah’ım, Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affeyle" şeklinde olmuş...




"KADİR GECENİZ MÜBAREK OLSUN, ALLAH BU GECE ETTİĞİNİZ DUA VE YAPTIĞINIZ İBADETLERİ KABUL ETSİN" DİLEKLERİMLE...





9 Ağustos 2012 Perşembe

Ramazan'da İyilik Yapmak İster misin?

Bugün sizlere uzun uzadıya birşeylerden bahsetmeyeceğim dostlar...


Bugün konumuz iyilik... Hepimiz hayatımızda farkında olarak yada olmayarak iyilikte bulunuyoruz. Ama hazır ramazan ayı içerisindeyken kolaylıkla yapılabilecek ve çok külfete malolmayacak bir iyilikten haberdar etmek istiyorum sizi...

Bayram yaklaşıyor. Etrafımızda gördüğümüz yada göremediğimiz ihtiyaç sahipleri mevcut... Bugün, etrafımızda birçok alışveriş merkezi, hipermarketler, süpermarketler bulunuyor. Bu ay içinde, fitre, zekat gibi yardımlarımızın yanısıra, çevremizdeki marketlerin ramazan iftar sofrası paketlerini de ihtiyaç sahiplerine ulaştırabiliriz. Zira herbirinde her keseye uygun iftar kolileri mevcut. Yazımı bir reklam olarak görmemeniz önemli, çünkü burada kullanacağım bazı lokasyonların unvanları marka değeri taşıyor olsa da amacım sadece sizleri belki gördüğümüz ama çok da dikkat etmediğimiz bir konuda bilinçlendirmeye çalışmak aslında... Sonuçta, hangimiz günde aşağıdaki fiyatlardan daha da fazlasını harcamıyoruz ki?

İşte bir kaç market paketleri ve ücretleri:

Şok Marketleri - Ramazan Paketi: 39,95TL

Carrefour - Ramazan Paketleri: 29,90TL - 59,90TL - 69,90TL - 99,90TL

Migros - Ramazan Paketi: 44,90TL

Kim Marketleri - Ramazan Paketi: 69,90TL

Real Hiper Marketleri - Ramazan Paketi: 47,90TL

Kumdan Kale : Şehitlerin Ellerinden Yükselen Zafer...

<<<  Bu yazımı, 30 Ağustos Zafer Bayramı'nda yayınlayarak günün anlam ve ehemmiyetine atıfta bulunmayı arzu ediyordum açıkçası... Ancak milletçe başımızdan bir türlü defedemediğimiz terör belası yüzünden verdiğimiz acı kayıplarımız, yani şehitlerimize ithafen bugün yayınlamaya karar verdim. >>>



Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı’nda Türk Toprağının kaderini belirleyen ve 137,000 şehit verilen Büyük Taarruzu, Kütahya’nın Dumlupınar ile Altıntaş ilçesine bağlı Zafertepe Çalköy beldesinden yönetti.

Kare kare büyük taarruz ! 3Milli mücadele yıllarında önemli görevler üstlenen, işgal yıllarında büyük yararlılıklar gösteren Kütahya’da, 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması sonrasında, Türkiye Büyük Millet Meclisinin antlaşmayı tanımadığını ilan etmesi üzerine Yunan işgali hızlandı. Yunanlar 13 Temmuz'da Altıntaş’a, 14 Temmuz'da Tavşanlı’ya, 17 Temmuz'da Emet ve Kütahya’ya, 3 Eylül'de Simav’a, 5 Eylül'de de Gediz’e girdiler. 28 Temmuz 1921’de Kütahya’ya gelen Yunan Kralı Konstantin, “Savaş Konseyi”ni burada toplayıp Ankara üzerine yürüme kararı çıkardı. Yunan Ordusunun bu ilerleyişi karşısında Türk Ordusu, Sakarya’da Başkomutan Mustafa Kemal komutasında dünya savaş tarihinde örneği görülmeyen bir taktikle büyük bir zafer kazandı.

Sakarya’da durdurulan düşman ordusunu tamamen yurttan atmak amacıyla bir yıl kadar süren hazırlık döneminden sonra, Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk, 26 Ağustos 1922’de Büyük Taarruzu başlattı. Bu çarpışmalar sırasında Türk askeri, tarihinin her döneminde görülen kahramanlık ve fedakarlıklarına yenilerini ekledi. Başkomutan Mustafa Kemal’in 30 Ağustos 1922’de Zafertepe’den bizzat yönettiği Büyük Taarruzda Allıören, Keçiler, Kızıltaş Deresi yolunun iki yanındaki Yunan birlikleri tamamen sarıldı ve imha edildi. Bazı Yunan birlikleri ile General Trikopis ve General Diyenis’in de aralarında bulunduğu birçok Yunan komutanı ise Kızıltay Deresi bölgesinde açık kalan alandan kaçtılar.

İlk Hedefiniz Akdenizdir, İleri !!!

Çalköy’de yıkık bir evin avlusunda kırık bir kağnı arabasının üzerinde durum değerlendirmesi yapan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, İsmet ve Fevzi Çakmak Paşalar, Yunan Ordusunun yeniden savunma düzenine geçmesini önlemek ve Yunanları mağlup etmek için İzmir’e girmek gerektiği görüşüne vardı. Mustafa Kemal, burada Batı Cephesindeki tüm subay ve erlere okunmak üzere bir bildiri yayınladı. Bildiride şöyle deniyordu:

Kare kare büyük taarruz ! 12“Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları; Afyonkarahisar - Dumlupınar büyük meydan muharebesinde, zalim ve mağrur bir ordunun temel varlığını inanılmayacak kadar az bir zamanda yok ettiniz. Büyük ve seçkin ulusumuzun fedakarlıklarına layık olduğunuzu kanıtladınız. Sahibimiz olan büyük Türk Ulusu geleceğine güvenmekte haklıdır. Savaş alanlarındaki başarı ve fedakarlıklarınızı yakından görüp izliyorum. Ulusumuzun size olan övgülerinin iletilmesine aracılık etme görevinin arkasını bırakmayacak, sürekli olarak yerine getireceğim. Ödüllendirme için Başkumandanlığa öneride bulunulmasını, cephe kumandanlığına buyurdum. Bütün arkadaşlarımın, Anadolu’da daha başka meydan muharebeleri de verileceğini göz önünde bulundurarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü ve yurtseverliğinin kaynaklarını kullanarak, savaşmayı bütün gücüyle sürdürmesini talep ederim. Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”

Böylece Kütahya 30 Ağustos Zaferi ile düşman işgalinden kurtarılırken, bunu 1 Eylül'de Gediz, 3 Eylül'de Emet ve Tavşanlı ilçelerinin kurtuluşları izledi. 9 Eylül'de İzmir’de Yunan ordusunu denize döken Türk ordusu, Mustafa Kemal’in emrini büyük bir başarı ile yerine getirdi.

Tepeyi, Belirttiği Sürede Alamayınca İntihar Eden Şerefli Albay...

Büyük Taarruz'un dramatik ve bir o kadar da ilginç hikayeleri vardır. Bu hikayelerden biri de Büyük Taarruzda 57. Tümen Komutanı olan ve Çiğiltepe’nin  alınmasının yarım saat gecikmesi üzerine görevini yerine getirememenin üzüntüsü ile kendisini vuran Albay Reşat Bey’e ait.

Mustafa Kemal Atatürk, Albay Reşat’ın şehit oluşunu TBMM’de şöyle anlatıyor:


“Bir taarruz gününde en sol kanatta 57. tümenimiz taarruz ederken, kuvvetlerini biraz birbirinden uzakça bulundurmuştu. Bu nedenle düşman üzerinde kalıcı bir etki yapamıyordu. O tümenin kumandanı Reşat Bey adında bir albaydı. Bu kişiyi çok eskiden tanıyordum ve beraber muharebe yapmıştık. Suriye’de çok muharebeler yaptık ve çok kıymetli bir askerdi. Şahsen bana çok güveni vardı. Telefonla sordum: ‘Niçin hedefinize hakim olamadınız?’ dedim. cevaben dedi ki; ‘Yarım saat sonra bu hedeflere varmış olacağız’. Halbuki yarım saat sonra bu hedefler elde edilememişti. Tekrar sorduğum zaman telefonda Reşat Bey’in son bir veda namesini okudular. Orada diyordu ki; ‘Yarım saat zarfında size o mevkileri almak için söz verdiğim halde, sözümü tutamamış olduğumdan dolayı yaşayamam’. 15 dakika sonra Çiyiltepe alınmış, ancak şehit komutan Albay Reşat Bey bu müstesna anı görememiştir. Ruhu şad olsun.”Not : Zaferden sonra buraya, Albay Reşat Çiğiltepe Anıtı yapılarak anısı ölümsüzleştirildi.


Kurtuluşa Dair Bir Başka Dramatik Anekdot : Baba Oğul Destanı...


Çetmilli Ali Çavuş, yüzbinlerce vatan evladı gibi cepheye giden askerlerden biriydi. Aradan 11 yıl geçmiş, Çetmilli Ali Çavuş cepheden cepheye koşmuş, her mevzide her siperde bağımsızlık günlerinin hayalini kurarken, cepheye giderken 8 yaşında olan oğlu Mehmet ile karısına kavuşacağı günleri beklemekteydi.

Çetmilli Ali Çavuş'un hayalleri, Dumlupınar mevzilerinde gerçek oldu. 8 yaşındayken bırakıp gittiği Mehmet dağ gibi bir delikanlı olmuş, kader ikisinin yollarını aynı cephede birleştirmişti. Alay sancaktarı Mehmet Onbaşı ile Çetmilli Ali Çavuş’un cephede karşılaşmaları ve hasret gidermeleri herkesin gözlerini yaşartmış ve bir o kadar da mutlu etmişti. Artık baba ile oğul bu vatan için bir sancağın peşinde omuz omuza çarpışacaklar ve Çetmilli Ali Çavuş’un hayallerini birlikte gerçekleştireceklerdi.

Gün bugündü ve baba oğul sıkıca sarıldılar, birbirleriyle helalleştiler. “Hücum” sesiyle yağmur gibi gelen mermilerin önüne atıldılar. Ali Çavuş bir kurşunla yığıldı yere, ne acı ne de hüzün vardı gözlerinde; 11 yılın evlat özlemi mermi sesleri arasında son bulmuştu. Dudaklarından iki kelime döküldü şahadete ererken; “Vatan sağ olsun.”

Çetmilli Ali Çavuş şehit düştü, hem de oğlu Mehmet’in kollarında. Gözyaşını içine attı Mehmet. Gün ağıt yakacak gün değildi. Kaptı alay sancağını, yürüdü izmir’e doğru. En önde o koşuyor kanlı siperlere ilk o dalıyordu. 9 Eylül'de İzmir önlerinde bir kurşun da onu buldu.

Kader bu dünyada beraber olmayı nasip etmedi Ali Çavuş ile oğlu Mehmet Onbaşı’ya ama onların ve onlar gibi onbinlerce Mehmetçiğin bu kahramanlıkları ile kurtuldu vatan toprağı...




O dönem vatan toprağının kurtuluşu ve bekası için binlerce şehit verildi, kanları döküldü, yuvalar yıkıldı, ocaklar söndü... Bugün ise öyle bir noktadaki Cumhuriyet; 20'li yaşlarında kumdan kalelere nöbete gönderdiğimiz vatan evlatlarını beşer onar yitiriyoruz. Analarımızın yüreklerindeki ateş sönmüyor, yanmaya devam ediyor...

RUHUNUZ ŞAD, MEKANINIZ CENNET OLSUN... VATAN SİZE MİNNETARDIR...



6 Ağustos 2012 Pazartesi

“Kalkın Gidek, Şenay Düdek" (!!)


Bundan 2 ay önce bir iş arkadaşımın tavsiyesi üzerine her akşam 21:30’dan sonra Sirkeci sahilinde kurulan işportacılar pazarına bir akşam ben de kalktım gittim. Evde otururken canım sıkılmıştı, ben de değişik bir şeyler bakmak adına kendimi gecenin bir saatinde yollara atıvermiştim. Gerçekten de aradığım şeyleri burada çok çok ucuza bulabildim. Daha sonrasında akşam pazarına iş arkadaşlarımla birlikte de gitmek üzere sözleştik.

İşte tam da geçtiğimiz hafta Perşembe akşamı bu planı yerine getirmek nasip oldu arkadaşımla… Halbuki Cuma akşamı üzerine konuşulmuş bir programdı ama son dakika kararıyla Perşembe akşamına aldık. Ben takım formaları, arkadaşım da Senegallilerin saat koleksiyonu sevdasıyla kendimizi Sirkeci’de buluverdik, iftara 10 dakika kala hem de… Çoğumuz bilir; Sirkeci, Sultanahmet, Eminönü civarı Ramazan ayı boyunca ayrı bir curcunanın merkezidir. Bizim de amacımız hem akşam serinliğinde pazarı dolaşmak hem de bu curcunanın tadını çıkarabilmekti. Öyle de oldu; iftardan sonra midelerimizin tatlı keyfi için ufak adımlarla, turist kafilelerinin arasına sızarak Sultanahmet’e çıktık. Birkaç senedir gitmiyordum ben de, gayet güzel oldu açıkçası… Daha önce gündüz sıcağında dolaştığım Sultanahmet meydanı, gündüze nazaran daha kalabalık, daha eğlenceli gelmişti bana o akşam… İftardan sonra bizi bir sürprizin beklediğini de eklemek lazım burada; arkadaşımın canı ramazan münasebetiyle güllaç çekerken, benimkiyse fırında sütlaç peşindeydi. Biz de bunları "en güzel nerede yeriz" diye düşündük ve Özsüt’ü aramaya başladık. Yıllarca bu yolları arşınlamış biri olarak hangi dükkan nerededir, nerede daha lezzetli yiyecekler yenir, nereden ucuza mal alınır az çok biliyorum. Ama araya uzun bir ara girince, Özsüt’ün kapanmış olabileceği ihtimalini aklıma getirmemiştim. Biz de çaresiz arkadaşımla kendimizi Mado’ya attık.

Gün içerisinde sıklıkla kullandığım bir tabir vardır : “Kalkın Gidek, Şenay Düdek”… Mado'nun 2. katına daha yeni çıkmıştık ki karşımızda Şenay Düdek’i bulduk birden. Doğal olarak mizah yönü kuvvetli olan arkadaşımla birbirimize bakmaya başladık :) Neyse uzatmayayım lafı, velhasıl-ı kelam, oturduk Sultanahmet manzarası karşısına, tatlılarımızı söyledik, koyu bir sohbete daldık. Çoğunlukla benim yada diğerlerinin dikkatini çekmeyen birçok unsur onun dikkatinden kaçmaz. Ama bana gösterdiği manzara açıkçası hiç kimsenin dikkatinden kaçacak cinsten değildi. Tamam, Sultanahmet kültürel bir merkezdir Ramazan’da, açık insanı vardır, kapalısı vardır, turisti vardır budisti vardır, bu çok doğal... Ama bilenler de bilir; bir yanda Ayasofya, diğer yanda Sultanahmet Camii ile otantik de bir mekandır Sultanahmet... Haliyle belediye, eski Ramazan eğlencelerini canlandırabilmek adına tam da ikisinin ortasına Feshane modeli bir çadır ve sahne kurmuş; fasıl düzenlemiş. Bu gayet güzel, üzerine eleştiri bile yapılacak mevzu yok bence, ancak hemen yanında camide teravih namazı kılınıyor :) açıkçası manzara ilginçti, ilginç olduğu kadar da komik geldi bize. “İndim havuz başına, bir kız çıktı karşıma” nameleri eşliğinde teravih namazını kılan genci - yaşlısı bir cemaat, sanıyorum sadece benim değil birçok insanın garibine giderdi.

Bu manzara eşliğinde tatlılarımızı yedik, kendimizi yeniden yola vurduk; yine ufak adımlarla Sirkeci’ye asıl amacımızı icra etmeye indik. Son birkaç aydır Eminönü esnafının akşam 21:30 sonrası iskele alabanda edasıyla işporta pazarı kurduğunu öğrenmiş olduğumuzu söylemiştim zaten. Biz de pazarın başından başladık Senegalli saatçileri, Siverekli formacıları, Ekvador’lu hediyelik eşya satan göçmenleri dolaşmaya… Benim gözüm formalarda iken, arkadaşım daha çok saat ve hediyelik eşya üzerine odaklandı tabi… Pazarlık yönümün kuvvetli olduğunu söylerim hep, Senegallilerle pazarlık olayına girişmek de o akşam bana düştü elbette :)



Artık saat 23:30 olmuştu ki, "yattığımızda yerimizi severiz bu gece" diyerek pazardan ayrıldık. Ayrılırken söylediğim şey yine şuydu :  “Haydin Kalkın Gidek, Şenay Düdek”…  

   

3 Ağustos 2012 Cuma

Adolf Hitler'in Atatürk Hayranlığı

Adolf Hitler... Yakın tarihin sivri model liderlerinden biriydi... 1.Dünya Savaşının bitmesini takip eden süreçte savaştan yorgun ve yenik çıkan Almanya'nın ihtiyaç duyduğu mantalitenin Nasyonel Sosyalizm olduğuna inanan Hitler’in dünya tarihini değiştirme konusunda yaptıkları kadar, hayranlık beslediği devlet adamı ve askerler konusunda da ilginç yönleri bulunmaktaydı... Hayranı olduğu insanlar arasında Mustafa Kemal Atatürk'ün de bulunduğu bugün çok az kişi tarafından bilinmektedir.




Hitler, Atatürk’e hediye ettiği zırhlı bir Mercedesle de gösterdiği bu hayranlığını çeşitli vesilelerle hep yinelemişti. Hatta Versailles Anlaşmasını yırtarken, Sevr’i kastederek "Atatürk’ün 10 yıl önce yaptığını biz ancak şimdi yapabiliyoruz" deyişi dikkate değerdir.




Ancak, Hitler’in Türkiye’de pek bilinmeyen bir kitabında da Atatürk hakkında söyledikleri çok dikkat çekici... `Hitler’in Sofra Sohbetleri’ adlı bu kitap, Alman devlet adamının 2. Dünya Savaşı tüm hızıyla sürerken gizli karargahındaki akşam yemeklerinde yaptığı konuşmalardan oluşuyor. Atatürk hakkında söylediği sözler ilginçtir :

"Bizim Amacımız Dünyayı Nazi Egemenliği Altına Almak Ama Ben Türkiye İle Hiç Bir Zaman Düşman Olmayacağım... Yani, "Dünyada savaşmayacağım tek ülke  Mustafa Kemal'in Türkiyesidir."


"Bütün enerjimi Atatürk'ten alıyorum.O'nun hayatı bizim feyizli ışığımızdır."


'Mavi gözlü Mustafa Kemal, bize demokrasi ve milliyetçiliğin ne olduğunu öğretmiştir."


"Benim ustam Duce'dir, ama onun ustası da Mustafa Kemal..."


Dedem İzzet Ünlü, (Allah uzun ömürler versin) kendisini ziyaret ettiğimde sık sık bana Atatürk'ten ve 2.Dünya Savaşı yıllarından bahseder. Sabah kahvaltıda ne yediğini hatırlamayan bu yaşlı adamın, 70 sene öncesini dün gibi hatırlaması bana her zaman ilginç ve şaşırtıcı gelmiştir. Neyse uzatmayayım; yine böyle bir sohbetimizde Hitler'in Kuzey Afrika ve Mezopotamya'ya neden Türkiye üzerinden gitmediğini sormuştum. Onca devletle savaşa giren Hitler'in Türkiye ile böyle bir savaş içersine girmediğini merak etmiştim doğrusu... Bana, Hitler'in aslında kendini o yıllarda bir "Türk Dostu" gibi gösterdiğini, hatta kendi yaverlerinden Von Papen'in ( Bir dönem Almanya'nın Başbakanlığını da yapmış ) gerçekten bir Türk Dostu olduğunu ve Hitler'i Türkler konusunda şiddetle uyardığını anlatmıştı. Öyle ki Von Papen Hitler'e, eğer petrol kaynaklarına ulaşmak için Türkiye üzerinden geçerse, bunu bir şekilde başarabileceği, hatta bu kaynaklara ulaşabileceği, ancak 100,000 kişilik kuvvetli bir orduyla Anadolu'ya girse bile 20,000 kişiyle oradan çıkmasının çok zor olduğu konusunda çeşitli stratejik bilgiler vermiş.  

Hitler ve Atatürk ile ilgili farklı bir anekdot daha benden size... Atatürk ve Parapsikoloji üzerine yaptığım kısa çalışmalarım sonucunda şu bulgulara da rastladım. İlginçtir, her sözüyle Atatürk'ü yere göğe sığdıramayan Hitler, Ata'mızın ölümüne neden olan rahatsızlığını da yakından takip etmiş ve hatta kendisine iki Alman Profesör tahsis etmiş. Ancak Gazi, bu iki doktoru hiçbir surette huzuruna kabul etmemiş. Tüm Avrupa'ya hatta Rusya'ya dahi kafa tutabiliyorken Hitler'in tek çekindiği adam Mustafa Kemal olabilir miydi ? Bundan ötürü mü Gazi'nin rahatsızlığını yakından takip etti ? Onun hastalığı hususunda, göndermiş olduğu profesörlerden nasıl raporlar edindi ? Bunlar halen muamma...


Yıl 1939... Mustafa Kemal'in ölümünün 10.ayında Hitler Polonya'yı işgal ederek 2.Dünya Savaşı'nı başlattı. Almanya, Kuzey Afrika'da dahi çetin çarpışmalara katıldı onun liderliğinde... Amerika hariç Dünyanın dört bir yanında cephelerde savaşan Almanya'nın tek girmediği coğrafya, Anadoluydu...



Ve biraz daha geriye gidiyoruz, yıl 1931... Atatürk, 2.Dünya Savaşının patlamasının yakın olduğunu söylemiş ve bu konudaki düşüncelerini Amerikalı General McArthur´a şöyle anlatmıştı :


"Versailles antlaşması, 1.Dünya Savaşına yol açan nedenlerden hiçbirini ortadan kaldırmadı. Tersine, rakipler arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirdi. Şimdi içinde yaşadığımız barış dönemi, sadece bir ateşkesten ibarettir. Avrupa´nın geleceği Almanya´nın alacağı tavıra bağlıdır."

<<< ÖNEMLİ NOT : Bu yazımda bahsettiklerimi, kişisel fikrim ve Hitler sempatisi olarak yorumlamamanız önemlidir; zira amacım tarihi gerçeklerin gizli kalmış noktalarını zaman zaman sizlerle paylaşmaktır. >>>






Sapanca Gölü'nün Hikayesi...

Tüylerim diken diken oldu bu hikayeyi Sapanca'lı Kamil Amca'dan dinlediğimde... Gönlü kırılan, ahı tutan değerli bir dervişin öyküsü aslında Sapanca... Dinlediğim ve anladığım kadarını, yoldan çok da sapmayarak sizlerle paylaşmak istiyorum.

Sapanca Gölü için dünyanın en güzel 2. gölüdür deniyor, ufak bir yer de olsa doğal güzellikleri insanları, özellikle de şehir tantanasından kaçmayı kafasına koymuş insanları oraya çekmekte... Kafa dinlemekse niyetiniz, Kırkpınar tavsiyemdir, ben yazlarımı orada geçiriyorum. Bire bir diyebilirim yani...




Hikayeyi dinlemek bana şuradan nasip oldu : İşyerinden yeni çıkmıştık, servisleri bekliyorduk, iş arkadaşlarımdan Kübra, Sapanca'da yazlığımız olduğunu duyunca, göle ait bir hikaye olduğundan bahsetmişti. Merak ettim, ancak bunun tam hikayesini hikayenin doğduğu yerden, birinci ağızdan dinlemem gerektiğini düşündüm. Haftasonu Sapanca'ya geçtim haliyle; yan çiftliğin sahibi Kamil Amca ile rutin sohbetlerimizi yaparken birden bardaktan boşanırcasına yağmur başladı. (Gerçekten de Sapanca'nın yağmuru bir başkadır... 10 dakika bile yağsa ağaçları söküp götürecek bir sel yaratacak sanırsınız.) Yağmuru görünce vermiş olduğum "Gök delinseymiş ya, bu ne böyle, rahmet rahmet !!" tepkisine karşılık Kamil Amca "Bunun bir hikmeti, bir hikayesi var" dedi bana. Yerel halk bu efsaneye sorgusuz sualsiz inanırmış. Sağanak Yağış konusunun göl hikayesiyle bağlantısını henüz bilmeden dinlemeye başladım ben de...



Rivayete göre, Adapazarı'nın Erenler Tepesi'nde bir zamanlar "Ağaç Baba" isimli bir derviş yaşamaktaymış. Ağaç Baba, unvanını, daha tohumundan büyümesine kadar sevgisi ve ilgisiyle yetiştirdiği ağaçlardan almış. Derken bir gün Ağaç Baba, Erenler'den kasabaya inmeye karar vermiş, kasaba meydanında kahvehane tarzı bir yere girmek istemiş ama içeri almamışlar. Yoldan geçenlere selam vermek istemiş, dervişin selamı havada kalmış. Hangi kapıyı çaldıysa kimse ona ne selam vermiş, ne ekmek ne de su ikram etmiş. Derviş bu durumu çok içerlemiş. İnsanların kibirli tavırları onu derinden yaralamış. Tepeye doğru aç susuz haliyle yol alırken patika üzerinde bir barakaya gözü ilişmiş, "Şu kapıyı da çalayım bir su niyaz edeyim, belki bir yudum su verirler" demiş. Baraka sahibi, kasaba halkına sapan yapıp satan bir esnafmış, dervişi güler yüzü tatlı sözüyle içeri buyur etmiş; yedirmiş, içirmiş... Derken delicesine bir yağmur başlamış, yağmurda evine dönemeyeceğini düşündüğü dervişe yer vermiş, yatak vermiş, rahat ettirmiş kısacası... Sabah olmuş kalkmışlar; Sapancı, dervişi tepeye çıkan yola kadar uğurlamış. Ağaç Baba, kendi barakasına geldiğinde ardına dönmüş ve bir de bakmış ki kasabanın bulunduğu düzlük, gece yağan o sel yağmurunun etkisiyle tamamen sular altında !!

O günden sonra Ağaç Baba, ölümüne kadar ağaç dikmeye devam etmiş. Ağaç Baba'nın diktiği fidanları koparan ya da yetiştirdiği ağaçları kesenlerin elleri kururmuş; bu yüzden kimse ormanlara el süremezmiş. Kendisi de ölümüne yakın göl kenarına kurulan başka kasabaların halklarına ağaç yetiştirmeyi ve onlara ilgi göstermeyi vasiyet etmiş. Bugün hala Sapanca, alabildiğine yeşil bitki örtüsüyle doğa harikası görünümünü koruyor. Kasabaları, köyleri arasındaki yollar, patikalar ağaçlar arasında uzayıp gidiyor.

Kısa da olsa yapmış olduğum araştırma sonucunda önemli bir bilgiye daha ulaştım Sapanca gölüyle ilgili... Sualtı arkeologlarından Ali İlker Tepeköy, 2008 yılının Ekim ayında, ekibiyle sualtı dalışları neticesinde Sapanca Gölü dibinde düzgün kesilmiş yerel taşlarla inşa edilmiş bir kilise kalıntısı olduğunu tespit etmiş. Bu kalıntının, sular altında kalan kasabanın kilisesi olmadığını hangimiz söyleyebilir?

2 Ağustos 2012 Perşembe

Terakki'li Olmak Ayrıcalıktır

Selanik... 19.yüzyılda çeşitli uluslardan insanları ve kültürleri barındıran yapısıyla, hareketli kültür ve politika yaşamıyla ve en önemlisi zengin ekonomisi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’dan sonra gelen en önemli kentlerinden biriydi. Osmanlı’da Tanzimat Fermanı gibi çağdaşlaşma hareketleri Selanik’te yankı buluyor, Fransız Devrimi'nin ilkeleri Osmanlı topraklarında bu kentte yaygınlaşıyordu. Sonuçta toplumsal ve kültürel yaşamı böylesine canlı bir kentin Osmanlı İmparatorluğu'nda eğitim alanında da öncülük görevi yüklenmesi kaçınılmazdı.


Yıl 1873... Kentin ilk özel müslüman Türk ilkokulu olarak kapılarını açan Şemsi Efendi Mektebi; çağdaş kuşaklar yetiştirmeyi hedeflemişti ve yöntem olarak da usul-i cedid (çağdaş yöntem) öğretimini seçerek bu atılımı gerçekleştiriyordu. İşte adı geçen Şemsi Efendi Mektebi, bugün artık Türk Milli Eğitiminin en köklü kurumlardan birisi olan Terakki Vakfı Özel Şişli Terakki Okulları 'nın çekirdeği durumundadır. Mustafa Kemal'in ilk öğrenimini burada tamamlamış olması Terakkililer için mükemmeliyetten öte, bir gurur kaynağıdır.

Şemsi Efendi Mektebi, kuruluşunun üzerinden daha dört yıl geçmeden devralınarak Emin Lütfi Efendi’nin başkanlığındaki 13 kişilik bir encümen ile tam teşkilatlı ve daha büyük kapasiteli bir okula dönüşme çabalarını başlattı. Bu çalışmalar sonucunda 2 Ağustos 1877 tarihinde okul, ortaokul düzeyine çıkarıldı ve Terakki Mektebi adı altında öğretime başladı.

Okul, bu tarihten sonra da gelişimini sürdürdü. 27 Mart 1880 tarihinde okulun adı "Selanik Terakki Mektebi" olarak değiştirildi. Selanik Terakki Mektebi ortaokuldan sonra lise düzeyinde de eğitim veriyordu. Bu hızlı gelişim ve verdiği eğitimin kalitesi açısından Selanik’in en gözde okullarından biri haline gelen Selanik Terakki Mektebi, velilerin de isteğine uyarak yatılı kısım ve kızlar bölümünü de açtı. Okul, 20’nci yüzyılın başında adını "Yadigar-ı Terakki Ticaret Mektebi" olarak değiştirdi.

1912 yılına gelindiğinde Balkan Savaşı nedeniyle Selanik'te zor günler yaşanmaya başladı. Kentin Müslüman Türk halkı; savaş, baskılar ve o yılların karışıklıkları içinde Selanik'i terkedip, başta İstanbul ve İzmir olmak üzere doğuya doğru göç etmek zorunda kaldı. 1923 Lozan Antlaşması'ndan sonra da Terakki Mektebi'nin Selanik'te kalan son bölümü de diğer Türk malları gibi tasfiye edilip kapatıldı. Böylece okulun Selanik’teki yaklaşık 55 yıllık tarihi sona erdi.

Terakki Mektebi'nin İstanbul'daki Gelişimi


Okulumuzun Selanik'teki son bölümünün kapanmasından dört yıl önce, İstanbul'da Terakki ruhunu taşıyan bir başka okul açılmıştı. Selanik Terakki Mektebi'nden yetişmiş ve Balkan Savaşı yıllarında İstanbul’a göç etmiş bir grup genç, içinden çıktıkları ilim yuvasının geleneğini sürdürmek ve genç kuşaklarda da aynı geleneği yaşatmak için 5 Nisan 1919'da Şişli Lisan Mektebi adı altında bir okul kurdular. 1919'da Mahmut Celalettin Konağı'nda kapılarını açan Şişli Lisan Mektebi, 24 Haziran 1920 akşamı bu ahşap konak yanınca 1 Eylül 1920 tarihinden itibaren eğitime Pangaltı'da kiralanan Nuri Paşa Konağı'nda devam etti. Okul, 1921 yılından itibaren adını Şişli Terakki Mektebi olarak isim değiştirdi. Okul kurucularının benimsedikleri ilke Terakki geleneğini ifade ediyordu:


"Terakki Mektebi ticaret amacıyla kurulmamıştır, hayır için yaşadığı gibi hayır ile de yaşar."


Şişli Terakki Mektebi, 1935 yılında kendi mülkiyetindeki binalarına kavuşuncaya kadar hep Nişantaşı ve Pangaltı arasında, okul hizmeti vermeye uygun konakları kiralayarak tam teşkilatlı, yatılı, karma bir lise olarak gelişti. (İşte bu binada okumak bana da nasip oldu )

Şişli Terakki Mektebi, 17 Mart 1934 tarihinde aynı adla anılan bir limited şirkete devredildi. Ancak, bu biçimsel bir değişimdi. Çünkü şirket ortakları Terakki ruhuna ve ilkelerine uygun olarak hiçbir biçimde kar hissesi istemeyecekleri konusunda birer taahhütname imzalamışlardı.


Okulmuzun bugünkü modern tesislerini oluşturan Levent tesislerine doğru ilk adım, 1966 yılında satın alınan 25,800 metrekarelik arazi ile atıldı. Levent’teki ilkokul binasının yapımına 1973 yılında başlandı ve binanın birinci modülü 1975 yılında, ikinci modülü ise 1983 tarihinde tamamlanarak öğretime açıldı. Terakki Vakfı Okulları'nın Levent tesislerinin temeli ise 14 Temmuz 1991’de atıldı.

Levent eğitim tesislerinin kuruluşundaki ilke, artık bilgi toplumuna dönüşen ve sanayileşen bir ülkenin gereksindiği üretici insan gücünün yetiştirilmesi için uygulamalı bir öğretimin, sosyal, kültürel ve sportif bir eğitim ile bütünleştirilmesi olmuştur. Bu nedenle, Levent eğitim tesislerinde, sayısı giderek artan öğrencilere, gelişen teknolojinin sağladığı olanaklarla düzenlenen özel derslikler, laboratuarlar, kütüphaneler, toplantı ve konferans salonları, yemek salonları, büfeler, Bilgi İşlem Merkezi, kültür merkezleri, Terakki Sanat Galerisi ve spor tesislerinden oluşan tüm çağdaş olanaklar sunulmaktadır.

Terakki Vakfı Okulları, 1994-1995 öğretim yılından itibaren Anaokulu, İlköğretim Okulu, Lise ve Fen Lisesi olarak İstanbul’un en güzel semtlerinden Levent’teki tesislerinde hizmet vermektedir.

Şişli Terakki Lisesinde okumuş olan ve halen okumakta olan her öğrenci birşeyin mutlaka farkındadır :

"Terakkili olmak bir ayrıcalıktır."



 
YEŞİLLE SARIDIR OKULUN BAYRAĞI,
İLMİMİZ YÜKSELTİR BU ŞANLI SANCAĞI.
TERAKKİ YOLUDUR İLK HEDEFİMİZ,
ŞİŞLİ TERAKKİ LİSESİNDENİZ.

ATAM İZİNDE YÜRÜMEKTİR ANDIMIZ,
TÜRK GENCİ OLMAKTIR ŞEREF VE ŞANIMIZ.
TERAKKİ YOLUDUR İLK HEDEFİMİZ,
ŞİŞLİ TERAKKİ LİSESİNDENİZ.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

"Yasak, Ama Bana Değil" Diyen Padişah...

Tarihe ilgim yoğundur; yakın tarih çok da ilgimi çekmemekle birlikte, Osmanlı Tarihi daha okul çağlarımda ilgiyle takip ettiğim ders konularındandı. Padişahların yaşam tarzları ve askeri dehaları, dersi dinlerken beni o döneme götüren tasvirlerle dolu olurdu. Tarih hocalarımızın dersi idrak etmemize yönelik anlattıkları ilginç hikayeler hala aklımdadır. İçlerinden bir tanesi vardır ki gerek uygulamaları, gerekse kendine has yapısı ve tarzıyla benim için ayrı bir rol modeldir; Sultan IV.Murat Han...





Murat İstanbul'da, Sultan I.Ahmet ile asıl ismi Anastasia olan Rum kökenli Kösem Sultan'ın oğlu olarak dünyaya geldi. Daha 11 yaşındaydı küçük Murat, annesinin baskıları ve sonrasında ortaya çıkan bazı saray entrikaları neticesinde amcası I.Mustafa'nın yerine tahta oturtuldu. 17.Osmanlı padişahı olup ilginçtir ki 17 sene hüküm sürmüş olduğunu ben de yeni öğrendim. "96. İslam halifesi" unvanını da elinde bulundurmaktadır.





IV.Murat tahta oturdu oturmasına ama daha çok küçüktü yaş olarak... Ülkeyi uzun yıllar annesi Kösem Sultan yönetti perde arkasından... Bu süre içinde imparatorlukta anarşi ve iç karışıklıklar sürüp gitti. Safevi Devleti Irak'ı ele geçirmiş, Kuzey Anadolu'da çeşitli halk isyanları patlak vermiş ve 1631 yılında Yeniçeriler sarayı basarak sadrazam ile birçok devlet yöneticisini öldürmüştü. Bu yüzdendir ki Kösem Sultan'ın işi hayli zordu. İsyanların bastırılması için Abaza Mehmet Paşa'yı görevlendirdi ve Paşa, bu konuda onun güvenine layık olduğunu gösteriverdi; isyanın bastırılmasında epey başarılı oldu çünkü. IV.Murat bu esnada eğitimine devam etmekteydi elbette. Sonuçta 17.Padişahıydı imparatorluğun... Kardeşi I.İbrahim'i ortadan kaldırmak amacını güdüyordu çünkü onun "deli" olduğunu düşünmekteydi. Ama önünde bir engel vardı: Annesi Kösem Sultan... Kösem Sultan, iktidarında hem halkın hem de devletin huzurunu sağlamak için büyük çaba sarfetmişti. Ancak çocukluğu sırasında ağabeyi Genç Osman'ın şehit edilişine tanık olan IV.Murat, ülkedeki anarşinin de etkisiyle çok sert bir mizaca büründü ve 21 yaşından itibaren ülke yönetimini tamamen kendi eline aldı.





IV.Murat ilk olarak, yaygınlaşmış olan rüşvet ve adam kayırmacılığı ortadan kaldırdı ya da en aza indirdi. İstanbul'da alkol, tütün ve kahveyi yasakladı. Yasağa uymayanların öldürülmesini emretti. Bazı geceler kıyafet değiştirerek sokaklarda teftişte bulunurdu. Bununla ilgili ufak bir anekdota daha sonra değineceğim. IV.Murat döneminde Hezarfen Ahmet Çelebi ve Lagari Hasan Çelebi'nin uçma konusunda başarılı çalışmaları olmuştu. IV.Murat önceleri bu çalışmaları epeyce destekledi. Ancak daha sonra yanındaki devlet adamları tarafından bunların başarılı olması durumunda tebaasının kendi saltanatını sorgulayacağına dair ikna edilerek bu çalışmalara desteğinin kesilmesi sağlandı. Hemen ardından Hezarfen Ahmet Çelebi Cezayir'e, Lagari Hasan Çelebi ise Ukrayna'ya sürüldü. Onlar sürgün edilmeden önce Padişah'ın onlara söylediği şu söz ilginçtir: "Sizin gibi adamlar pek korkulacak adamlardır. Her ne muradınız varsa elinizden gelir. Bu yüzden bekanız caiz değildir."


IV.Murat Osmanlı sultanları arasında fiziksel kuvvetiyle ünlüdür. İri ve güçlü yapılı olan bu padişahın 60 kilogramlık gürzü tek eliyle ustaca kullanabildiği söyleniyor. Az önce de bahsettiğim gibi, alkol ve tütün yasağına uyulup uyulmadığını zaman zaman kıyafet değiştirip halk arasında gezerek yerinde denetleyen IV. Murat'ın alkol veya tütün kullanan askerlerini suçüstü yakaladığında gürzüyle kafalarına tek bir darbe indirip onları öldürerek bizzat cezalandırdığı yönünde rivayetler var. Yine bir gece uyurken, onu öldürmek için odasına giren 4 cellatı gürzüyle parçalamış olduğu da rivayet ediliyor (Vay arkadaş!) IV.Murat'ın ayrıca 50 kilogramlık yayını da ustalıkla kullandığı söylenmekte... Öyle ki, Hindistan'dan gelen bir elçi heyeti IV.Murat'a çok sağlam ve her darbeye karşı dayanıklı bir kalkan hediye ediyor. Kalkanın sağlamlığını denemek isteyen Sultan Murat Han, adamlarına kalkanı bir yere asmalarını söylüyor, kalkan asıldıktan sonra bu kalkana ok atışları ile defalarca deliyor. Bir atın üstünde giderken başka bir atın üstüne atlayacak kadar iyi at sürdüğü de belirtilir Sultan Murat'ın... IV. Murat'ın gürzü ve yayı şu an Topkapı Sarayı'nda sergilenmektedir.





IV.Murat, 1640 yılında İstanbul'da henüz 28 yaşındayken ölmüştür. Ölüm nedeni üzerine iki ayrı iddia var. Batılı kaynaklar aşırı alkol ve tütün kullanımından ötürü sirozdan, Osmanlı kaynakları ise damla hastalığından öldüğünü belirtiyorlar. Eğer birinci teori doğruysa tebaasına yasak ettiği alkol ve tütün ürünlerini kullanarak siroza yakalanması ve vefat etmesi ironiktir.

Severim böyle tarihi hikayeleri; Türk Tarihi de bu formatta sayısız hikayeye mazhardır.

Devrim niteliğindeki DeFi Protokolü IPOR 22 Mart 2023'te Bitget'te listelenecek

  Bitget, geleneksel finans oyuncuları için IPOR pratik çözümü ile DeFi ve TradFi arasındaki boşluğu dolduracak Victoria, Seyşeller, 20 ...