31 Ekim 2012 Çarşamba

Cumhuriyet Sevdalıları

29 Ekim Pazartesi… Saat 17.30… Caddebostan Suadiye Işıklar…

Geçtiğimiz yıl katılamadığım Cumhuriyet yürüyüşünün acısını çıkartmak için tam 1 yıl bekledim. Milli coşkunun bu yıl, geçtiğimiz yıllara nazaran çok daha fazla olacağını yürüyüşe katılanlar, hatta bundan hoşnut olmayanlar bile biliyordu. Hali hazırda Kurban bayramının tam da sonuna denk geliyor olması katılımın sadece Caddebostan’da değil, yürüyüş yapılacak olan diğer ilçelerde de yüksek olacağının bir habercisiydi kesinlikle…

Günün sabahında stüdyodaydım. Kız arkadaşım, ben henüz stüdyoda çalışmalara devam ederken an be an Ankara’da olanları aktarıyordu bana. Şahsi kanaatim Ankara’daki yürüyüş cumhuriyet sevdalıları olan bizler için onur verici olmasına rağmen, demokrasinin bütünlemeye kaldığı müdahalelere sahne oldu sanıyorum.


O akşam Fenerbahçe-Antalyaspor maçının olması da, kalabalıkların artacağını ve bu kutlamanın çok daha renkli geçeceğini gösteriyordu. Kaldı ki öyle de oldu. Biz henüz Caddebostan’a vardığımızda bir grup Fenerbahçe taraftarının “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” tezahüratlarıyla caddeden geçmesi bir Galatasaraylı olarak beni inanılmaz gururlandırdı. Sonuçta Galatasaraylısı, Fenerbahçelisi, Beşiktaşlısı, Trabzonsporlusu yoktu sadece caddede; tüm Kemal Atatürk sevdalıları tek yürek yürüyüşteydi. Kısacası her şey olması gerektiği gibiydi. Tüm cadde al bayraklarla kırmızıya boyanmıştı adeta… Aşırıya kaçılmadı; Cumhuriyet bayramı tam bir bayram havasında kutlandı.
 
Kortej, motorsikletlileri takiben ciplerin caddeyi boylamasına turlamasıyla başlamıştı. Hemen arkalarında CHP otobüsü çeşitli ışık gösterileriyle ilerlemekteydi. Elbette ki bir de BİZ’ler, kalplerinde Cumhuriyet ve Mustafa Kemal sevgisini taşıyanlar, bayram akşamının kırmızı beyaz ışıkları gibiydik. Her yerde Atatürk’ü görebilmek, hissedebilmek sanıyorum böyle bir şey olsa gerek… Öldüğü halde, görmediğimiz halde bir insana karşı duyulan sevgi ve bağlılık görülmeye değerdi hiç şüphesiz… İnsanın gözyaşlarını tutması, tüylerinin diken diken olmaması mümkün değildi.

Facebook sayfamda da paylaşmıştım; şunu bir kez daha ifade etmekte yarar görüyorum: Hiçbir millet, kurtuluşunu ve kuruluşunu bu kadar büyük bir coşkuyla, “gerçek liderine” bu kadar büyük bir sevgiyle kutlayamazdı. Bu özellik, Allah’ın Yüce Türk Milletine bahşettiği Mustafa Kemal Atatürk’ün evlatlarına; bizlere nasip olabilirdi sadece… Öyle de oldu.

22 Ekim 2012 Pazartesi

"Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir."

Türk ulusu için en büyük bayram bugündür, 29 Ekim... Kendini bilen genç nesil için bugünün anlamı oldukça önemlidir. Bu tarih, bir dönemin sonu, diğerinin başlangıcıdır. Süreci bilmenin, bilmediklerimizi ise öğrenmenin hepimizin görevi olduğunu düşünüyorum.

Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı hükümeti tarafından, bölgede düzeni sağlaması için yine Osmanlı Devleti'nin bir gemisi ile 19 Mayıs 1919'da Samsun'a gönderildi. Ülkenin çoğu ilinde kongreler düzenledi. "Tek bir egemenlik var, o da Milli egemenliktir. Ülkeyi, yine ulusun kendi gücü kurtaracaktır." ilkesiyle, yurdun her tarafından gelen milletvekilleri 23 Nisan 1920 günü Ankara'da Büyük Millet Meclisi'nde toplandı. Meclis, Mustafa Kemal Paşa'yı "Meclis Başkanı" olarak seçti. Mustafa Kemal Paşa'nın önderliğinde Büyük Millet Meclisi, Türk Kurtuluş Savaşı'nı başlattı. Halk ve düzenli ordular düşmana karşı savaş verdiler, omuz omuza mücadele ettiler.




Kurtuluş Savaşı'nın zaferle sonuçlanmasını takiben 1 Kasım 1922'de TBMM saltanatı lağvetti. Padişah Vahdettin yurdu terk etti...

24 Temmuz 1923 tarihinde, İsviçre'nin Lozan şehrinde, Lozan Üniversitesi'nde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileri ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, SSCB ve Yugoslavya temsilcileri tarafından Lozan Barış Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile yeni bir devletin temelleri atıldı. Fakat o tarihlerde, devletin yönetim biçimi henüz belirlenmemişti.

Mustafa Kemal Paşa, ihanetini bildiği halde, henüz zamanı olmadığı için Padişah'ı hedef almadı. Genç subaylık yıllarından beri inandığı ve Erzurum'da Mazhar Müfit'e not ettirdiği "Cumhuriyet" inancını "Ulusal bir sır" olarak sakladı. Kurtuluş Savaşı içinde "Cumhuriyetçi" bir düşünceyi ortaya atmak, iç parçalanmaya yol açacağı için bu yola gitmedi. Hatta Sivas Kongresi sırasında "Cumhuriyet" ilan edelim önerilerini red bile etmişti. Bu dikkate değerdir. Fakat Kurtuluş Savaşı'nın Başkomutanı, Türk Ulusunun kurtarıcısı Mustafa Kemal, Türkiye'nin siyasal yapısını değiştirmenin ilk adımını Saltanat'ın kaldırılmasını sağlamakla attı. Saltanat'ın kaldırılışına en yakın arkadaşları bile karşı çıkmışlardı. Meclis'te tutucu kanat direndiyse de, Mustafa Kemal Paşa'nın kararlı ve sert tutumu sonucu Saltanat'ın kaldırılışı sağlandı. Fakat onun bu sert tutumu endişe doğurdu. Bunun bir başlangıç olduğunu görenler çeşitli yöntemlerle Mustafa Kemal Paşa'yı engellemeye çalıştılar.
 


2 Aralık 1922... Yer, T.B.M.M... Meclis'e muhalif grup tarafından bir öneri verildi. "İntihab-ı Mebusan Kanunu"nda değişiklik yapılmasını isteyen bu önergede "Büyük Millet Meclisi'ne üye seçilmek için Türkiye'nin bugünkü sınırları içindeki yerler halkından olmak ve seçim çevresine yeni gelenlerin ise en az beş yıl oturmuş olmaları" gerektiği kanun hükmü haline getirilmek isteniyordu. Mustafa Kemal Paşa'yı milletvekili seçilmekten yoksun bırakmak isteyen bu önerge üzerine, kendisi kürsüye çıktı ve doğumyerinin Türkiye'nin sınırları dışında kaldığını ve bir yerde beş yıl oturmadığını belirtti. Oturamazdı da, zira düşmanlara karşı savaşmaktaydı, vatanı düşman elinden kurtarma derdinde o cepheden o cepheye savrulup durmuştu uzun yıllar... Sonra da önerge sahiplerine, ulusun sevgisini kazanmış bir insan olmasına rağmen kendisini yurttaşlık haklarından yoksun bırakmakılmak istenme nedenini ve bu yetkiyi kimden aldıklarını sordu. Önerge elbette ki red edildi.


İkinci Meclis, toplandıktan sonra Lozan'ı onayladı. Artık sorun Türkiye'nin rejiminin belirlenmesiydi. Mustafa Kemal 22 Eylül 1923'de "Neue Treie Presse" adlı bir Viyana gazetesi muhabiriyle yaptığı görüşmede, 23 Nisan 1920'de kurulan sistemin Cumhuriyet olduğunu fakat adının açıklanamadığını belirtip, yapılacak işin yalnızca isim koymak olduğunu söyledi. İkinci dönem Büyük Millet Meclisi, 11 Ağustos 1923'te ilk toplantısını yaptı. 13 Ekim 1923'te Ankara başkent ilan edildi. Atatürk; egemenliğin ulusa dayandığı bir sistem olan cumhuriyet yönetiminin ilanı için hazırlıklarını hızlandırdı elbette... 28 Ekim 1923 akşamı yakın arkadaşlarını Çankaya'da yemeğe çağırdı. Onlara, "Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz." dedi.
 


29 Ekim 1923 günü Atatürk, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan "Cumhuriyet" önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne verdi. Meclis önergeyi kabul etti. Böylece, Türkiye devletinin yönetim biçimi "Cumhuriyet" olarak, adı "Türkiye Cumhuriyeti Devleti" olarak belirlendi ve Atatürk, kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk "Cumhurbaşkanı" oldu. Cumhuriyetin ilanı, yüzyıllarca saltanat egemenliği altında yaşayan milletin iradesini özgürleştirmesi anlamında tüm yurtta sevinç ve coşku ile karşılandı.



NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE...  TANRI TÜRK'Ü KORUSUN...

21 Ekim 2012 Pazar

Harem'de İktidar Hırsı ve Aşk... Hürrem...

O, Harem dünyasına adım attığı o günlerde, Ukraynalı bir papazın üç kızından en küçüğüydü. Son zamanlardaki süksesiyle blogumda paylaşmak adına benim için de ilginç bir karakter olduğunu göstermiş oldu.


Roxelane'in aslında güzel bir kız olduğu söylenemezdi. Hayatının hiçbir döneminde de klasik anlamda güzel olmadı. Çok daha sonraları tarihçiler onu 'alımlı' olarak tarif edeceklerdi sadece... Ama tarihe; çirkinliği ya da güzelliği ile değil, Osmanlı'nın en güçlü kadını, "Hürrem Sultan" olarak geçecekti.
 
 
Roxelane, hareme alınıp eğitim görmeye başladığı zaman henüz 15-16 yaşlarındaydı. Ama bu genç kız haremin hiçbir kuralına uymuyor, asi ruhunu kimse bastıramıyordu. Eğitimini aksatmıyordu ama yaptığı çılgınlıklar yüzünden haremağası sonunda onu haremden kovdu!... Ama bir cariyenin saraydan atılmasını talep etmek için Süleyman'ın huzuruna çıkması şarttı. Ve böylece bu çılgın kız kendini padişahının ayakları önünde buluverdi. Zaten Sultan Süleyman da bu kızı çok merak etmekteydi.
 
 
Kanuni ve Hürrem'in karşılaşması kuşkusuz koca bir imparatorluğun kaderini etkileyecekti. Huzuruna getirilen genç cariye, Kanuni'yi ilk anda etkiledi. Dans sahnesini hepimiz iyi kötü hatırlamaktayız. Roxelane, "Haremde kalıp herkese hizmet etmek yerine padişahın ayakları dibine oturup o'na hizmet etmeyi hayal ettiğini" anlatmaya başladı. Öylesine tatlı, rahat ve kendinden emin konuşuyordu ki Süleyman onu bir saate yakın dinledi. Daha sonra genç kızı elinden tutarak sevgiyle yanına oturttu ve hayatı boyunca dönmeyeceği bir söz verdi:
 
 
"Bundan böyle senin adın can yakıp yürek tutuştururcasına gülen anlamında Hürrem olsun. Sen artık can yoldaşım, gönül ortağımsım, mutluluğumu da, dertlerimi de, sıkıntılarımı da paylaşan olacaksın.

Tarihin bu sayfasını araştırırken sultanın Hürrem'e söylediği şu söz epey ilgimi çekmişti : "İçimde hep hissettiğim, ama adını koyamadığım hasret meğersem ki senmişsin."

Ve o andan itibaren Hürrem, Kanuni'nin önce gözdesi, sonra da sultanı oldu.


Hürrem Sultan saraya geldiğinde Kanuni'nin Mahidevran isimli bir başka cariyesinden Mustafa isimli bir oğlu vardı. Mustafa, zamanla çok sevilen bir şehzade haline geldi. Mustafa'nın, Kanuni'den sonra padişah olmasına kesin gözüyle bakılıyordu. Bu da Mahidevran Sultan'ın, haliyle Valide Sultan olacağı anlamına geliyordu. Ama Kanuni'nin ayaklarının dibine oturup yumuşak sesle konuşan Hürrem'in hırslarının ne boyutlara varabileceğini kimse hesap edemezdi.
 
Hürrem, sessiz ve derinden bir mücadeleye başladı. Rakiplerini ortadan kaldırıp kendi çocuklarını tahta çıkarmak için attığı adımları kimse durduramayacaktı. Bu arada kızı Mihrimâh dünyaya geldi. Ama yine aynı günlerde Kanuni'nin bir başka cariyeden Murat adı verilen bir şehzadesi daha olacaktı. Mustafa ve Murat'ın yaşaması demek Hürrem'in çocuklarının hiç birinin tahta çıkamayacağı anlamına geliyordu. Özellikle Şehzade Mustafa saray büyükleri tarafından çok sayılıp seviliyordu. Oysa Hürrem bir örümcek titizliği ile örmüştü ağlarını. Ama bir engel vardı önünde; Sadrazam Pargalı İbrahim Paşa.

İbrahim Paşa Parga'lı bir köleyken, Kanuni'nin gözüne girmeyi başarmış, sadrazamlığa kadar yükselmiş, üstelik padişahın kız kardeşi ile evlenmişti... İbrahim Paşa, Kanuni Süleyman'a ve oğlu Mustafa'ya gönülden bağlıydı. Ve gözü, hiç sevmediği Hürrem'in üzerindeydi. Kısaca zor bir hedefti İbrahim... İşte bu gözler üzerinde olduğu sürece hiç bir şey yapamayacağını anlayan Hürrem, hemen ilk sıraya sadrazam Pargalı'yı aldı. Ama acele etmemeliydi. Her şeyin bir zamanı vardı.

Bu arada Hürrem Sultan gerçek anlamda Kanuni'nin baş danışmanı olarak çalışıyordu. Padişah onsuz hiçbir karar almazdı. Devlet yönetiminde etkili olan Hürrem, o günlerde Doğuda sürekli problemler çıkaran İranlılarla savaşı destekledi ve sonuçtaki galibiyette onun da imzası oldu. Devlet işlerindeki bu becerisi, imparatorluğa en parlak günlerini yaşatacaktı. Diğer yanda Ruslar ve Lehlerle yani Polonya kökenlilerle barış içinde yaşanılmasını sağladı.

Kızı Mihrimah'ın yanı sıra padişaha üst üste dört şehzade daha doğurdu Hürrem; Abdullah, Selim, Bayezid ve Cihangir... Artık kendisini Pargalı İbrahim Paşa ile baş edebilecek güçte hissediyordu, planını uygulamaya koyabilirdi. İmparatorluk sınırlarını genişletmekten, devleti zenginleştirmekten başka düşüncesi olmayan Sultan Süleyman ise hep seferlerdeydi. Hürrem Sultan bu yüzden ona özel ulaklarıyla mektup üzerine mektup gönderiyordu. Bunlar aşk mektupları olduğu kadar 'iş' mektuplarıydı da... İşte bu mektuplardan birinde, kendisine her zaman inanmaya hazır olan Süleyman'ı, Pargalı'nın sultanlığını ilan etmeye hazırlandığına ikna etti. Karısına inanan padişah, Pargalı'yı boğdurarak öldürttü.
 
 
Hürrem hiç bir zaman tek bir hedef üzerine yoğunlaşmadı. Saltanatı tam olarak elinde tutmak için kızı Mihrimah Sultanı da, Rüstem Paşa ile evlendirdi ve damadını hemen sadrazam yaptı. Bu sezonun bölümlerinde ufak ufak bunlara da giriyor yapımcılar zaten... O günlerde Mihrimah Sultana aşık olan bir başka isim daha vardı ama onun bu karanlık entrikalar arasında hiç şansı yoktu. Kim mi bu adam... Çoğumuz bilmez ama Mimar Sinan... Ama Mihrimah ile hiçbir zaman evlenemedi. Adı tarihe, dünyanın en büyük mimarı ve sanatçılarından biri olarak geçti. Bu karşılıksız aşkın buruk öyküsüne başka bir çalışmamda değineceğim.  Hürrem'in tarifi mümkün olmayan hırsının sonucu olarak Kanuni'ye kendi öz oğlunu, Mustafa'yı nasıl öldürttüğünü de ben anlatmayayım; yakın bölümlerde inceden inceden bunları da göreceğiz.


 


Nice Mutlu Bayramlara... Sevgiyle, Sevdiklerinizle...

Malumunuz; hemen önümüz Kurban Bayramı.. Bizim için genelde tatil manasına gelse de bugün blogumda Kurban bayramının kökeninde yatan ve çoğumuzun da vakıf olduğu bir hikayeyi anlatmak istedim.  
Hz. İbrahim'in, eşi Sara'dan çocuğu olmuyordu ve İbrahim, bir çocuğu olması durumunda bunu Tanrı'ya kurban olarak adayacağı üzerine yeminler etmekteydi. Bir gün bu dileği yerine geldi, bir erkek evladı olmuştu sonunda. Çok da güzel bir erkekti bu çocuk. Adını "İshak" koymuşlardı. İshak tam da gençlik çağına geldiğinde babası İbrahim'in unutmak istediği ama üzerine yeminler ettiği o sözü Tanrı tarafından İbrahim’e hatırlatıldı:
"İshak'ı, sevdiğin biricik oğlunu al, Moriya bölgesine git, orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu kurbanlık olarak sun."
İbrahim İshak'a, "Oğlum; kurbanlık için yaradan bize kuzuyu kendisi sağlayacak" dedi. Aslında kendisinin kurban edileceğinden haberi yoktu İshak’ın… İkisi birlikte yürümeye devam ettiler. Tanrı'nın kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak yaptı, üzerine odunlar dizdi. Oğlu İshak'ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine yatırdı. Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı. İshak olanlar karşısında şaşkındı ama babasına duyduğu güven her şeyi kabullenmesine de neden olmuştu. Birden Yüce Allah’ın meleği göklerden, "İbrahim, İbrahim!" diye seslendi. İbrahim ise "İşte buradayım" diye karşılık verdi. Melek, "Çocuğa dokunma" dedi, "Ona hiçbir şey yapma. Şimdi Tanrı'dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu ondan esirgemedin." İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç gördü. Oğlunun yerine onu kurban olarak sundu.
Kur'an metinlerinde ise bahsi geçen çocuğun "Yumuşak huylu bir erkek çocuk" olmasından bahsedilip ismi belirtilmemiştir. Fakat genelde “İsmail” olarak tasvir ediliyor ve biz müslümanlar çocuğun “İsmail” olduğuna inanıyoruz.
Kurban Bayramı, Hicri Takvime göre Zilhicce ayının 10. gününden itibaren 4 gün boyunca kutlanan bir dini bayramdır. Ramazan Bayramı ile beraber İslamiyette kabul edilen en önemli iki bayramdan da biridir. Bu bayram, aynı zamanda İslam aleminin her yıl Mekke'de hac görevini yerine getirdiği dönemdir. Hicri takvim bir ay takvimi olduğu için, yıl ölçüsü olarak güneşi baz alan miladi takvimden 11-12 gün kısadır. Bu nedenle Ramazan bayramı da, Kurban Bayramı da her sene 11-12 gün daha erken kutlanır. Yaklaşık 33 senede bir bu bayramlar aynı tarihlere denk gelmektedir.
Hepinize Hayırlı Bayramlar; Sevdiklerinizle Mutlu ve Sağlıklı Geçirmeniz Dileklerimle...

İyi Tatiller…

14 Ekim 2012 Pazar

Devşirmeden Gelen Hasodabaşı

Muhteşem Yüzyıl adlı diziyi ilgiyle takip ediyoruz; Tarihi gerçeklik ve rivayetlerden alındığı kadarının ötesinde detaylarıyla karakterler konusunda bilinmeyen noktaları araştırmaya koyulmuştum. Bu yazımın konusu, Hürrem'in başbelası olan Pargalı...
pargalı ile ilgili görsel sonucuBugün Yunanistan sınırlarında kalan Parga yakınlarındaki bir köyde dünyaya geliyor İbrahim. Babası bir balıkçı... 6 yaşında korsanlar tarafından kaçırılarak Manisa'da dul bir kadına satılıyor; bu kadın İbrahim'in eğitimine önem vererek onu hem keman benzeri bir müzik aletini iyi çalabilecek şekilde, hem de birçok alanda en iyi şekilde yetiştiriyor o dönem. Şehzade Süleyman Manisa'da sancakbeyi olarak görev yaptığı sırada karşılaştığı ve arkadaşlık kurduğu İbrahim'i maiyetine alıyor çok sonraları.
Sultan Süleyman'ın maiyetinden kendi idamına kadar geçirdiği yıllar boyunca İbrahim, hünkarın yakın arkadaşı ve danışmanı oldu. Süleyman'ın padişah olmasından sonra, onunla birlikte İstanbul'a geldi ve Osmanlı Devleti'nde Sadrazamlık, Anadolu ve Rumeli Beylerbeylikleri ve Seraskerlik dahil olmak üzere en üst düzeylerde görevler aldı. Önce Hasodabaşılık görevine atanarak bu noktadan sonra kendi yetenekleri ve padişah ile aralarındaki sıradışı güven ilişkisi sayesinde hızla yükseldi. İbrahim Paşa'nın dönemindeki gücünü ortaya koyacak en önemli veri; Sultan Süleyman tarafından Seraskerlik makamına getirildiğinde imparatorluğun o güne dek 4 tuğ ile simgelenen gücünün 7 tuğa çıkarılması ve İbrahim Paşa'nın da 6 tuğ taşımaya yetkili kılınmış olmasıdır. Padişahtan tek eksiği hilafet tuğudur. Tarihi gerçekliği tartışmaya açık olsa da, Sultan Süleyman'ın kardeşi Hatice Sultan'la evlenmesi de iktidar yolunda ilerleme kaydetmesinde büyük rol oynamıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun o dönemde bilinen dünyayı şekillendiren üstün dış politikasının kontrolü tamamen İbrahim Paşa'nın elindedir. İşte Süleyman’a olan bu yakınlığıdır zaten Hürrem’i çıldırtan…
Venedik diplomatlarının İbrahim Paşa'ya Muhteşem Süleyman'a atıfla "Muhteşem İbrahim" dedikleri rivayete konudur. Pargalı İbrahim Paşa'nın en çok konuşulan faaliyetlerinden biri de Mohaç Meydan Muharebesi sonrasında Budin'den İstanbul'a getirerek sarayına diktirdiği mitolojik heykellerdir. "Üç Güzeller" olarak anılan bu heykeller her ne kadar ilgi uyandırsa da, bazı çevreler tarafından put olarak görülmüş ve hoş karşılanmamıştı.
Makbul İbrahim Paşa'nın ölümüyle ilgili pek çok neden öne sürülmektedir. Avusturya'yla 1533 yılında yapılan barış görüşmeleri sırasında elçilere devletin kudretinden bahsettikten sonra kendi gücünü şöyle vurgulamıştır:
"Bu büyük devleti idare eden benim; her ne yaparsam, yapılmış olarak kalır. Zira bütün kudret benim elimdedir; memuriyetleri ben veririm, eyaletleri ben tevzi ederim; verdiğim verilmiş, reddettiğim reddedilmiştir. Büyük padişah bir şey ihsan etmek istediği yahut ihsan ettiği zaman bile eğer ben onun kararını tasdik etmeyecek olursam, gayr-i vaki gibi kalır; çünkü her şey; harb, sulh, servet, kuvvet benim elimdedir."  (epey iddialı bir söylem aslında)
Bu sözlerle İbrahim Paşa'nın iktidar hırsının hangi boyutlara ulaştığını görebiliyoruz sanırım. İbrahim Paşa özellikle Irakeyn Seferi sırasında padişahtan kendisini soğutmaya başlamıştı. Şu sıralar diziden izlediğimiz kaosun başlangıcı da burası zaten… Defterdar İskender Çelebi'yi idam ettirmesinin padişahı ondan soğutan nedenlerden birisi olduğu düşünülür. Ayrıca İbrahim Paşa ile ilgili kendisine hediye olarak gönderilen Kur'anları kabul etmediği, devşirme kökenli olmasından ötürü Hristiyanlık inancını taşımaya devam ettiği, eşiyle ilgilenmediği, bazı entrikavari cinayetleri sakladığı yönünde söylentiler yayılmıştır. Bu nedenle Kanuni, 1536 yılında Pargalı'nın gücünün gittikçe artmasından kaygılanarak ölüm emrini vermiştir. Şehzade Mustafa'yı desteklemesinden dolayı ölümünde Hürrem Sultan'ın da büyük bir rol oynadığı rivayet edilir. Kaldı ki kendisi Şehzade Mustafa'nın da Lalasıydı.
İbrahim Paşa, bir Ramazan gecesi iftar için saraya davet edildi. İftardan sonra dört dilsiz cellat tarafından boğuldu.

4 Ekim 2012 Perşembe

Aşkını Duvarlara Kazıyan Mimar

Bir önceki blog paylaşımımda sizlere Hürrem Sultan'dan bahsetmiş, Kanuni ile Hürrem’in aşklarının bir meyvesi ol Mihrimah Sultan'a ilişkin ufak bir sırrı paylaşmıştım. Şimdi biraz bu konuya değineceğim.
İstanbul… Neresinden, hangi köşesinden bakarsak bakalım, Osmanlı kültürünü yansıtan tarihi eserlere rastlamaktayız. Bu şehrin olmazsa olmaz silüet objelerinden biri de camiler... İşte bu camilerden ikisi Mihrimah Sultan’ın adını taşımakta… Her ikisi de Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan'ın isteği doğrultusunda yaptırılmış.

Bunlardan ilki Üsküdar ilçesinde bulunan “Mihrimah Camii”dir. Üsküdar iskelesinin karşısında yeralıyor ve "İskele Camii" olarak da adlandırılıyor çevre sakinlerince... 1547 yılında Mihrimah Sultan’ın isteğiyle Mimar Sinan ilk temelini attırıyor caminin... Bu caminin kubbesi, üç yandan yarım kubbe üstüne oturtulmuş; zaten Mimar Sinan bu tekniği ilk defa bu camide denemiş.




Bahsi geçen diğer cami ise Edirnekapı sınırlarında bulunan “Mihrimah Camii”… "Edirnekapı Camii" diye de anılıyor. Şehrin en yüksek yerlerinden birinde bulunan bu cami, 1562-1565 yıllarında yine Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Kubbe yüksekliği 38 metre olan bu cami küçük bir camidir aslında...

Gelelim bu camilerin yapılmasının altında yatan gerçeğe…
Mihrimah Sultan İle Mimar Sinan…
Mihrimah, yani Mihrü Mah, Farsça’da “Güneş ve Ay” anlamına geliyor. Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan 17 yaşına geldiğinde, iki kişi onunla evlenmek istiyor. Kızla evlenmek isteyenlerin biri Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa, diğeriyse Mimar Sinan... Süleyman, Hürrem’in iktidar hırsıyla ikna yeteneğini kullanması sonucu Mihrimah’ı elbette ki Rüstem Paşa’ya veriyor ve paşayı sadrazamlığa yükseltiyor.
Gerçi Mimar Sinan evlidir, 50 yaşını da aşmıştır artık ama Mihrimah Sultan’a da deliler gibi aşık olmaktan kendini kurtaramamıştır. Evet, sevdiğine kavuşamamıştır ama aşkını da farklı bir biçimde yaşayarak olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır. Üsküdar’daki caminin, Saray’ın isteğiyle elbet, 1547 yılında Mihrimah Sultan Camii adıyla temelini atar ve 1548’de bitirir. Camiyi yaparken, eserine sanki “etekleri yerleri süpüren bir kadının” dış çizgilerini verir.
Derken, ilk kez padişah fermanı olmaksızın, Edirnekapı’da, pek kimselerin uğramadığı ıssız ama İstanbul’un en yüksek tepelerinden birine, ikinci bir eser yapmaya koyulur Mihrimah Sultan için… Cami küçüktür. Minaresi 38 metredir yalnızca, çok dikkat çekici değildir. Bir adet incecik kubbesi üzerindeyse 161 pencere, camiin iç güzeliğini aydınlatmaktadır. İçerdeki sarkıtlar ve minare kenarlarındaki işlemeler, Mihrimah Sultan’ın upuzun saçlarını anımsatır insana. Rapunzel misali...
Aşka adanmış, aynı adı taşıyan iki sanat eseridir işte bu camiler...

Daha önce denediniz mi bilmiyorum. Edirnekapı ve Üsküdar’daki camileri aynı anda görebileceğiniz bir yer seçin ve özellikle 21 Mart veya 23 Eylül’de (ki yakın tarihte bunu kaçırmış durumdayız aslında) yani geceyle gündüzün eşit olduğu günde her ikisini seyretmeye koyulun.
Göreceğiniz manzaraysa şudur;
 
Edirnekapı camiinin tek minaresinin ardından kıpkırmızı güneş batmakta iken, Üsküdar’daki caminin ardından ay doğmaktadır. Ve ilginç olan şudur ki; 21 Mart Mihrimah Sultan’ın doğum günüdür.

Devrim niteliğindeki DeFi Protokolü IPOR 22 Mart 2023'te Bitget'te listelenecek

  Bitget, geleneksel finans oyuncuları için IPOR pratik çözümü ile DeFi ve TradFi arasındaki boşluğu dolduracak Victoria, Seyşeller, 20 ...